» 2 / Bakara  Suresi:

Kuran Sırası: 2
İniş Sırası: 87
Bakara Suresi = Inek Suresi
67-71. ayetlerinde Yahudilere kesilmesi emredilen inekten söz edildigi için bu ismi almistir.

"Kuran okuduğun zaman, taşlanmış şeytandan ALLAH'a sığın!"

Hasan Basri Çantay Meali
Elif, Lâm, Mim. (2:1)
Bu, o kitab'dır ki kendisinde (Allah katından gönderilmiş olduğunda) hiç şübhe yokdur. (O) takvaa sahibleri için doğru yolun ta kendisidir. (2:2)
(O takvaa saahibleri ki) onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızk olarak verdiğimizden de (Allah yolunda) harcarlar. (2:3)
(O takvaa saahibleri ki Habîbim) onlar sana indirilene de, senden evvel indirilenlere de inanırlar. Âhirete ise onlar şübhesiz bir bilgi ve inan beslerler. (2:4)
İşte onlar Rablerinden (gelen) Hidâyetin tam üzerindedirler. Asıl muradlarına kavuşanlar da işte onlar. (2:5)
Şu muhakkak ki küfr edenleri inzâr etsen de onlarca bir, kendilerini inzâr etmesen de inanmazlar. (2:6)
Allah onların kalblerine de, kulaklarına da mühür basmışdır. Gözlerinin üzerinde bir de perde var. En büyük azâb onlarındır. (2:7)
İnsanlardan öyle kimseler vardır ki kendileri îman etmiş olmadıkları halde, «Allaha ve âhiret gününe inandık» derler. Halbuki onlar inanıcı (insan) lar değildir. (2:8)
Allâhı da, îmân edenleri de (gûyâ) aldatırlar. Halbuki onlar kendilerinden başkasını aldatmazlar da yine farkına varmazlar. (2:9)
Kalblerinde bir maraz vardır onların. Allah da marazlarını artırdı. Yalan söylemekde oldukları için de onlara acıklı bir azâb vardır. (2:10)
Kendilerine «Yer (yüzün) de fesâd yapmayın» denildiği zaman «Biz ancak islâh edicileriz» derler. (2:11)
Gözünü aç, onlar muhakkak ki fesadcıların ta kendileridir. Fakat şuurlarını işletmezler. (2:12)
Onlara «insanların (müslümanların) inandığı gibi inanın» denilince «Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?» derler. Dikkat et ki (asıl) beyinsizler hiç şüphesiz kendileridir. Fakat bilmezler. (2:13)
Onlar îman edenlere kavuşdukları zaman «inandık» derler. Şeytanlariyle yalınızca (başbaşa) kalınca ise «Emîn olun, biz sizinle beraberiz. Biz ancak istihza edicileriz» derler. (2:14)
(Asıl) Allah onlarla istihza eder ve taşkınlıkları, azgınlıkları içinde serseri dolaşmalarına mühlet verir. (2:15)
Onlar o kimselerdir ki doğru yolu bırakıp sapkınlığı (eğri yolu) satın almışlardır. Demek, alış verişleri onlara kazanç sağlamamış, onlar doğru yolu da bulmamışlardır. (2:16)
Onların haali bir ateş yakanın haali gibidir ki o (ateş) çevresindekileri aydınlatınca Allah ışıklarını giderib (söndürüb) kendilerini karanlıklar içinde, görmez (ve şaşkın kimse) ler haalinde bırakıvermişdir. (2:17)
(Onlar) sağırlar, dilsizler, körlerdir. Artık (Hakka) dönmezler. (2:18)
Yahud (onların haali) gökden (bulutdan boşanan) yağmur (a tutulmuşun haali) gibidir ki onda (o yağmurda) karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek çakışı vardır. Ölüm korkusiyle yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah kâfirleri çepçevre kuşatandır. (2:19)
O şimşek hemen hemen gözlerini kapıp alıverecek. Onları aydınlatınca (ışığı) içinde yürürler, başlarına karanlık çökünce ise dikilib kalırlar. Allah dileseydi onların işitmelerini, gözlerini de giderirdi. Şübhe yok ki Allah her şey'e hakkıyle kaadirdir. (2:20)
Ey insanlar, siz de, sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibâdet (kulluk) edin. Tâki takvaa saahibi olasınız. (2:21)
O (Rab) ki yer yüzünü sizin (ikaamet ve istirahatiniz) için bir döşek, göğü (yüksek tavan ve kubbe gibi) bir bina yapdı. O gökden su indirib onunla dürlü, dürlü semerelerden (meyvalardan, mahsullerden) sizin için rızk çıkardı. O halde, kendiniz bilib dururken (yaratılan o şeylerle) Allaha eşler koşmayın. (2:22)
Eğer kulumuz (Muhammed) in üzerine parça parça (sûre sûre, âyet âyet) indirdiğimiz (Kur'ânın Allah katından geldiğin) den şübhe ediyorsanız haydi onun benzerinden siz de (meydana) bir sûre getirin. Allahdan başka sahicilerinizi (tapdığınız putları ve bilginlerinizi) de (yardıma) çağırın, eğer (iddianızda) doğru (insan) lar iseniz. (2:23)
Fakat bunu yapmazsanız ki hiç bir zaman yapamayacaksınız artık sakının o ateşden ki onun tutarağı (odunu, çırası, ocaktaşı) insanla o taşdır. O (ateş) kâfirler için hazırlanmışdır. (2:24)
(Habîbim) îmân eden, bir de güzel güzel amel (ve hareketlerde bulunan kimselere muştula ki altlarından ırmaklar akan cennetler onların. Kendilerine ne zaman onlardan bir meyva rızk olarak yedirilse her defasında «ha, bu, evvelce de (dünyâda) rızıklandığımız (yediğimiz) şeydi» diyecekler Ve o rızk (renkde, şekilde) birbirinin benzeri, (fakat tatda, keyfiyyetde başka başka ve çok yüksek ve müstesna kıymetlerde) olmak üzere kendilerine sunulacak. Orada çok temiz zevceler de onların. Hem orada onlar dâim de kalıcıdırlar. (2:25)
Hakıykat bir sivri sinek olsun, daha üstündeki (büyüğü) olsun her hangi bir şey'i Allah mesel (ve misâl) getirmekden çekinmez. Artık îman edenler onun Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise «Allah bu misâl ile ne murad etmişdir» derler. Allah onunla bir çoğunu şaşırtır, yine onunla bir çoğunu yola getirir. Onunla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz. (2:26)
O (fâsıklar) ki Allanın, (Kitablarında Muhammede îman etmeleri hakkındaki ahid (ve emr) ini onu te'kid de etdikden sonra bozarlar, Allah'ın birleştirilmesini emretdiği şey'i (hısımlık rabıtalarını, cem'iyyet birliğini, peygambere îmanda birleşmeyi) keserler, yer yüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte onlar hüsrâne (maddî ve manevî en büyük zarara) uğrayanların ta kendileridir. (2:27)
Allaha nasıl olub da küfrediyor (Onun varlığını ve birliğini inkâr ediyor) sunuz? Halbuki siz ölüler iken (henüz babalarınızın sulbünde bir nutfe iken annelerinizin rahminde, sonra da dünyâda sizi) O diriltdi. Sonra sizi yine O öldürecek, tekrar sizi (kabirde ve neşirde) O diriltecek ve nihayet (Haşirden sonra) yine yalınız ona döndürüleceksiniz. (2:28)
Yerde ne varsa hepsini sizin (fâideniz) için yaratan, sonra (irâdesi) göğe yönelib de onları yedi gök haalinde tesviye (ve tanzîm) eden (sapasağlam yapan) Odur ve O her şey'i hakkıyle bilendir. (2:29)
Hani Rabbin meleklere: «Muhakkak ben yer yüzünde (benim emirlerimi tebliğ ve infaza me'mur) bir halîfe (bir insan, âdem) yaratacağım» demişdi. (Melekler) de: «Biz seni hamdinle tesbîh ve seni takdis (ayıblardan, eş koşmakdan, eksikliklerden tenzîh) edib dururken (yerde) orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?» demişlerdi. Allah (da) : «Sizin bilemeyeceğinizi her halde ben bilirim» demişdi. (2:30)
Âdeme bütün isimleri öğretmişdi. Sonra onları (onların delâlet etdikleri âlemleri, eşyayi) meleklere gösterib: «Doğrucular iseniz (her şeyin iç yüzünü biliyorsanız) bunları adlarıyle bana haber verin» demişdi. (2:31)
(Melekler) de: «Seni tenzih ederiz. Senin bize öğretdiğinden başka bizim hiç bir bilgimiz yok. Çünkü (her şey'i) hakkıyle bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şübhesiz ki sensin Sen» demişlerdi. (2:32)
(Allah) : «Ey Âdem, onları adlariyle kendilerine haber ver» deyib de o da onları isimleriyle söyleyiverince (şöyle) dedi: «Size demedim mi ki göklerin ve yerin gaybını şübhesiz ben bilirim. Neyi açıklarsanız, neyi de gizlemişseniz ben biliyorum.» (2:33)
Hani meleklere: «Âdeme (yahud: Âdem için Allaha) secde edin» demişdik de (şeytanların reisi olan) iblisden başkası hemen secde etmişlerdi. O ise dayatmış, kibirlenmek istemişdi. (Zâten de) o kâfirlerdendi. (2:34)
Ve demişdik ki: «Ey Âdem, sen eşinle beraber Cennetde yerleş, Ondan (Cennetin yiyeceklerinden), neresinden isterseniz, ikiniz de bol bol yeyin. (Fakat) şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de (nefsine) zulmedenlerden olursunuz». (2:35)
Bunun üzerine Şeytan onları (n ayağını) oradan kaydırıp içinde bulunduklarından (onun ni'metlerinden) onları çıkarıvermiş (mahrum edivermiş) di. Biz de: «Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yer yüzünde sizin için bir vakta (ömrünüzün sonuna) kadar durak ve fâidelenecek şey vardır» demişdik. (2:36)
Derken Âdem Rabbinden kelimeler belleyip aldı (Ona yalvardı). O da Tevbesini kabul etdi. Çünkü tevbeyi en çok kabul eden, asıl esirgeyen odur. (2:37)
(Evet, öyle) Dedik: Hepiniz oradan inin. Sonra size benden bir hidâyet (ci rehber) gelir de kim benim hidâyetimin izince giderse artık onlara hiçbir korku (ve tehlike) yokdur. Onlar mahzun da olacak değillerdir. (2:38)
O küfredenler, âyetlerimizi yalan sayanlar (Yok mu?), onlar ateşin (cehennemin) arkadaşlarıdır. Onlar orada bir daha çıkmamak üzere kalıcıdırlar. (2:39)
Ey İsrail (Ya'kub) oğulları, size (atalarınıza) ihsânetdiğim bunca ni'metlerimi hatırlayın (Peygambere îman hususundaki) tavsiyemi yerine getirin, ben de size karşı olan ahdimi yapayım. Bir de (vefayı terk hususunda) benden korkun. (2:40)
Nezdinizdekini (Tevrâtı) tasdik edici (ve doğrultucu) olarak indirdiğim (Kur'an) a îman edin, onu inkâredenlerin ilki siz olmayın, âyetlerimi az bir bahâ ile (bayağı bir menfaat mukaabilinde) değişmeyin. Ancak benden korkun. (2:41)
Kendiniz bilib dururken Hakkı baatıla karıştırıb da gerçeği gizlemeyin. (2:42)
Dosdoğru namaz kılın, zekât verin, rükû' eden (mümin) lerle birlikde rükû' edin (cemaate devam edin). (2:43)
(Ey Yahudi bilginleri) siz, insanlara iyiliği (gerçeği ve peygambere îman etmeği) emredersiniz de kendinizi unutur musunuz? Halbuki Kitab (Tevrat) da okursunuz. Haalâ aklınızı başınıza almayacak mısınız? (2:44)
Hem sabır (ve sebat) ile, hem namazla (Hakdan) yardım isteyin. (Gerçi) bu, elbette büyük (ağır ve çetin bir şey) dir. Ancak (Allaha karşı) yüksek saygı gösterenlere göre öyle değil. (2:45)
O (yüksek saygı göstere) nler ki onlar hakıykaten Rablerine kavuşucu ve hakıykaten ancak ona dönücü olduklarını bilirler (de namazlarını o vech ile kılarlar). (2:46)
Ey İsrail oğulları, size ihsan etdiğim bunca ni'metimi ve sizi (bir zaman) âlemlerin üstüne geçirdiğimi hatırlayın. (2:47)
Ve öyle bir günden korkun ki (o günde) hiçbir kimse, hiçbir kimse nâmına bir şey ödeyemez. Ondan her hangi bir şefaat kabul olunmaz. Ondan bir fidye (bedel) alınmaz, onlara (Allahın azabından kurtulmak hususunda) yardım da edilmez. (2:48)
Yine hatırlayın o zamanı ki (yeni doğan) oğullarınızı boğazlayıp kızlarınızı sağ bırakmak (yâhud kadınlarınıza utanılacak dürlü fenalıklar yapmak) suretiyle size (atalarınıza) işkencenin en kötüsünü yüklemekde devameden Fir'avun haanedânından sizi kurtarmışdık. Bunda (bu azâbda ve kurtarmada) Rabbinizden (gelen) büyük bir imtihan vardı sizin için. (2:49)
Hem hatırlayın o demleri ki sizin sebebinize denizi yarıb da hepinizi kurtarmış, Fir'avun haanedânını ise, kendiniz de gözlerinizle bakıb dururken, (suda) boğmuşduk. (2:50)
Hani Musa ile kırk gece («Tur» da kalmak ve ondan sonra kendisine Tevrat verilmek üzere) vaidleşmişdik. Yine siz onun arkasından (nefsinizin) zaalimler (i) olarak («Sâmirî» nin tanrı diye gösterdiği) buzağıya tutunmuş (onu tanrı edinmiş) diniz. (2:51)
Bil'âhare sizi bundan sonra da afvetmişdik. Gerekdi ki şubedesiniz. (2:52)
Hani Musâya, (sapıklıkdan ayrılıb) doğru yola gelesiniz diye, («Tur» da) o kitabı (Tevrâtı) ve Furkaanı (Hak ile batılı ayırd eden hükümleri) vermişdik. (2:53)
Ve hani Musa, kavmine: «Ey kavmim, siz buzağıya tutunmakla (onu tanrı edinmekle) şübhesiz kendinize yazık etmişsiniz. Hemen Yaradanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün (ıslâh edin), böyle yapmanız Yaradanınız katında, sizin için çok hayırlıdır» demişdi de (Allah da) tevbelerinizi kabul etmişdi. Çünkü o, tevbeleri en çok kabul edenin, en çok esirgeyenin, ta kendisidir. (2:54)
Bir de hatırlayın o zamanı ki siz (Musa ile birlikde Allaha karşı özür dilemek, onun emirlerini dinlemek üzere çıkdığınız vakit) «Ey Musa, biz Allahı apâşikâr görünceye kadar sana kat'iyyen îman etmeyiz» demişdiniz de gözünüz bakıb dururken sizi o yıldırım (sayha) çarpmışdı. (2:55)
Sonra ölümünüzün arkasından sizi yine diriltmişdik. Gerekdi ki şükredesiniz. (2:56)
Ve («Tîh» de güneşin sıcaklığından korunmanız için) üstünüze (ince bir) bulutu gölge yapmış, size (orada) kudret helvasiyle yelve kuşunu indirmiş, «Size rızk olarak verdiğimiz şeylerin iyilerinden, güzellerinden (en temiz ve halâl olanlarından) yeyin» (onları gizlice saklayıb ve biriktirib de nankörlük ve tama'kârlık etmeyin demişdik). Onlar (o nankörlükleriyle) bize zulmetmemişler, fakat kendi kendilerine zulmetmişlerdi. (2:57)
Hani: («Tîh» den çıkdıkdan sonra) şu kasabaya girib dilediğiniz yerde istediğinizi bol bol yeyin, kapısından secde ederek (eğilerek, saygı göstererek) girin ve (dileğimiz) hıtta (dır, günahlarımızın dökülüp düşmesidir) deyin, (tevbe edin de o sayede) kusurlarınızı örtelim, iyilik (ve itaat) edenler (in ecrin) i ise daha artıracağız» demişdik. (2:58)
(Evet, öyle demişdik de içlerinden nefislerine) zulmedenler sözü kendilerine söylenenden başkasına çevirmişlerdi, biz de o zaalimlerin üstüne gökden etdikleri fıskın karşılığı olmak üzere murdar bir azâb indirmişdik. (2:59)
Bir de hani Musa, («Tîh» de susayan) kavmi için su arayınca: «Asaanı taşa vur demişdik de ondan (on iki sıbt adedince) on iki pınar kaynamış ve her sınıf, su alacağı yeri öğrenmişdi. (Demişdik ki) «Allanın rızkından yeyin, için. (Fakat) yer yüzünde fesadcılar olarak taşkınlık yapmayın». (2:60)
Hani siz : «Ey Musa, bir çeşid yemeğe (kudret helvasiyle bıldırcın etine), mümkin değil, dayanamayız. O halde bizim için Rabbine duâ et de yerin bitirdiği şeylerden, sebze, acur, sarımsak, mercimek ve soğan çıkarsın» demişdiniz. (Musa da): «O hayırlı olanı şu daha aşağı olanla değişdirmek mi istiyorsunuz? (öyle ise) bir şehre inin, çünkü (orada) size istediğiniz (sebzeler) var» demişdi. Onların üzerine horluk ve yoksulluk vuruldu. Allahdan bir gazaba da uğradılar. Bu, onların Allahın âyetlerini inkâr etdiklerinden, Peygamberlerini haksız yere öldürdüklerindendi. Bu, isyan eylediklerinden ve (meaasîde) aşırı gitdiklerindendi. (2:61)
Şübhe yok ki (senden evvel peygamberlere) îman edenler (olsun, Musa dînini kabul eden) Yahudiler (olsun), Nasrânî (Hiristiyan) ve Sabiîler (olsun) kim (peygamberin şerîatine göre) Allaha ve âhiret gününe inanır, bununla beraber (o şerîatin emri vech ile) saalih (iyi) amel (ve hareket) de bulunursa elbette onların Rableri katında ecirleri (mükâfatları) vardır. Hem onlara bir korku da yokdur, onlar mahzun da olacak değillerdir. (2:62)
Hani sizden (Tevrat ile âmil olacağınıza dâir) sapasağlam söz almışdık, «Tur» u da (tepenize iniverecek bir durumda) üstünüze kaldırmışdık, (ve demişdik ki:) «Size verdiğimiz (Kitab) ı (n hükümlerini) kuvvetle tutun, onda onlar (la amel etmek lüzumun) u hatırlayın. Tâ ki (cehennemden, günahlardan) sakınmış olasınız». (2:63)
Sonra onun (Tevrâtı kabul edişinizin) arkasından yine yüz çevirmişdiniz. İşte eğer üzerinizde Allanın fazl-u rahmeti olmasaydı elbette maddî ve ma'nevî en büyük zarara uğrayanlardan olacakdınız (mahvolacakdınız). (2:64)
Andolsun, içinizden Cumartesi günü (ne saygı göstermek) hakkında (ki dînî hududu balık avlamak suretiyle) çiğneyib geçen («eyle» li) ler (in hallerini, başlarına gelenler) i de her halde bil (ib öğren) mişsinizdir. İşte biz onlara (Dâvud lisâniyle) : «Hor ve zelîl maymunlar olun» dedik, (üç gün sonra hepsi helak oldu). (2:65)
Binâen'aleyh onu hem önündekilere (o zaman hazır olanlara), hem ardındakilere (sonradan geleceklere) ibret verici ceza ve (mü'minlerden) takvaaye erenler de bir öğüd yaptık. (2:66)
Bir zaman da Musa, kavmine: «Allah size her halde bir inek boğazlamanızı emrediyor» demişdi. Onlar: «Bizi eğlence mi ediniyorsun?» demişdi. Musa da: «Ben câhillerden olmakdan Allaha sığınrım» demişdi. (2:67)
(Yine) demişlerdi ki: «Bizim için Rabbine duâ et de onun (o ineğin) ne olduğunu (kaç yaşında olacağını) bize iyice açıklasın». (Musâ da): «Allah diyor ki o, ne çok yaşlı, ne de pek gene değil, ikisi ortası bir dine (inek) dir. Artık emrolunduğunuz şey'i yapın» demişdi. (2:68)
(Tekrar) şöyle söyledilerdi: «Bizim için Rabbine duâ et de onun donu (rengi) nedir, bize tam açıklasın». O da : («Rabbim) diyor ki: o, bakanlara ferahlık verecek sapsarı bir inekdir» demişdi. (2:69)
(Yine) demişlerdi: «Bizim için Rabbine duâ et de o nedir? Apaçık anlatsın bize. Çünkü bizce bir çok inekler birbirine benziyor. Allah dilerse (istenen ineği bulmıya) muvaffak oluruz (yahud hidâyete erdirilmiş bulunuruz). (2:70)
(Musa şöyle dedi: «Rabbim buyuruyor ki: O, ne boyunduruğa koşulub arazî sürecek, ne ekin sulayacak bir inek değildir. Salmadır (yahud ayıbdan salimdir). Hiçbir alacası da yokdur». Onlar: «İşte şimdi hakikati getirdin (vasfını tastamam bildirdin)» dediler. Bunun üzerine o ineği (bulub) boğazladılar ki az kaldı (bunu) yapmayacaklardı. (2:71)
Hani siz bir kimse öldürmüşdünüz de onun (kaatili) hakkında birbirinizle atışmışdınız (her biriniz suçu üstünüzden atmışdınız). Halbuki Allah sizin gizleyecek olduğunuz şey'i açığa vurandı. (2:72)
Onun için biz «Ona (öldürülen o adama, kesilen o ineğin) bir parçasiyle vurun» demişdik. İşte Allah böylece ölüleri diriltir, size âyetlerini (kudretini açıklayan delilleri, alâmetleri, mu'cizeleri) gösterir. Gerek ki aklınızı başınıza alasınız. (2:73)
Sonra, bunun arkasından yine kalbleriniz katılaşdı. Şimdi o, taş gibi, yahud daha katı. Çünkü taşın öylesi vardır ki ondan ırmaklar kaynar, öylesi vardır ki yarılıb ondan su fışkırır, öylesi de vardır ki Allah korkusiyle yukardan aşağı düşer (yüksekden aşağı yuvarlanır). Allah, ne yaparsanız (hiç birinden) gaafil değildir. (2:74)
Artık (ey mü'minler) onların (Yahudilerin) size inanacaklarını umar mısınız? Hâlbuki onlardan (hahamlık eden) bir zümre vardır ki Allanın kelâmını (Tevrâtı) dinlerlerdi de akılları aldıkdan sonra onlar bunu bile bile tahrif (ve tağyir) ederlerdi. (2:75)
(Yahudi münafıklar) îman edenlere kavuşdukları zaman «İnandık» derler. Birbirine (dönüb) halvet oldukları vakit ise (aralarındaki ileri gelenler, münafıklık eden arkadaşlarına) : «Allahın size açdığı şey'i (Resûlüllahın sıfatlarına ve sâireye dâir Tevratda öğretdiklerini) mü'minler onunla Rabbiniz katında (aleyhinizde) kuvvetli delîl getirsinler diye mi onlara söyleyib duruyorsunuz? Buna aklınız ermiyor mu?» derler. (2:76)
Onlar bilmiyorlar mı ki Allah, ne gizlerlerse, ne açıklarlarsa (hepsini) bilir. (2:77)
Onların içinde ümmî ler de var ki Kitabı (Tevrâtı) bilmezler. (Bütün bildikleri yalınız reislerinin telkin etdikleri) bir sürü kuruntu ve yalandan başkası değil. Onlar başka değil, yalınız zanda (ve cehâletde) kalmış bulunuyorlar. (2:78)
Artık, elleriyle Kitabı (Tevrâtı yalan yanlış) yazıb da sonra onu az bir bahâ ile satabilmek için «Bu, Allah karındadır» diyegelenlerin vay haaline!.. Vay ellerinin yazdıklarından başlarına geleceklere! Vay şu kazanmakda oldukları (rişvet, günah) yüzünden onlara!. (2:79)
(Peygamber onları Cehennemle korkutduğu zaman da : «Atalarımızın buzağıye tapdıkları) sayılı (ve mahdud) günlerden (kırk günden) başka (fazla) bize kat'iyyen Cehennem (azabı) dokunmayacak» dediler. Söyle (Habîbim) ki: «Allah katından (bu hususda) bir ahdi mi elde etdiniz? (Ondan böyle bir sözü mü aldınız?) ki Allah ahdinden asla caymaz yoksa Allaha karşı bilmeyeceğiniz bir şey'i mi söylüyorsunuz?». (2:80)
Hayır (iş öyle değil). Kim bir kötülük (günah) kazanır da suçu kendisini çepçevre kuşatırsa onlar cehennemin saahibleridirler. Onlar orada, bir daha çıkmamak üzere, kalıcıdırlar. (2:81)
Îman edib güzel güzel amel (ve hareket) lerde bulunanlar (a gelince) : onlar da cennetin arkadaşlarıdırlar. Onlar orada muhalleddirler (ebedî kalacaklardır). (2:82)
Hani İsrail oğullarından: «Allahdan başkasına ibâdet etmeyin, anaya, babaya, hısımlara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın, insanlara güzellikle söyleyin, dosdoğru namaz kılın, zekât verin» diye (emretmiş), te'mînâtlı söz almışdık. Sonra (bu sağlam sözünüze karşı) içinizden birazınız hark olmak üzere arka döndünüz ve siz (de atalarınız gibi) haalâ yüz çevirmekde berdevamsınız. (2:83)
Hani sizden (ey Yahudiler,) : «(Birbirinizin) kanlarını (haksız) yere) akıtmayın, kendinizi kendi yurdlarınızdan çıkarmayın» diye kat'î söz almışdık. Sonra siz de (buna karşı) ikraar vermişdiniz ve haalâ (bu yolda aleyhinizde) şâhidlik edib duruyorsunuz da. (2:84)
(Öyle oldukdan) sonra sizler, yine onlarsınız ki (işte) kendilerinizi öldürüyor, içinizden bir fırkayı yurdlarından çıkarıyor, aleyhlerinde günah ile, düşmanlıkla birleşib yardımlaşıyorsunuz. Eğer size esîr olub gelirlerse kendileriyle fidyeleşir (esîr mübadelesi yapar, Yine onların; yurdlarında kalmasına müsâade etmez) siniz. Halbuki onların çıkarılması size haram kılınmışdı. Yoksa siz Kitabın (fidyeye âid) bir kısmına inanıyorsunuz da (Katl-i nefsi, nefyi, kötülükde yardımlaşmayı men' eden) bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şu halde içinizden böyle yapan (lar) ın cezası dünya hayaatında bir rüsvaylıkdan (esîr ve makhur yaşamakdan) başka (bir şey) değildir. Kıyamet gününde de onlar azabın en çetinine itileceklerdir. Allah, ne yaparsanız (hiç birinden) gaafil değildir. (2:85)
Onlar âhirete bedel dünyâ hayatını satın almış kimselerdir. Bundan dolayı kendilerinden azâb kaldırılıb hafifletilmeyecek, onlara yardım da edilmeyecekdir. (2:86)
Andolsun, Musâya o Kitabı verdik, ondan (Musâdan) sonra da birbiri ardınca (ayni şerîatle memur) peygamberler gönderdik. Meryemin oğlu İsâye de beyyineler (gaayet açık burhanlar, mu'cizeler) verdik ve onu Ruuh-ül kuds ile destekledik. Demek, size ne vakit bir peygamber gönüllerinizin hoşlanmadığı bir şey'i getirirse kibirlenmek isteyeceksiniz de kiminiz yalanlayacak, kiminiz de öldüreceksiniz, öyle mi. (2:87)
(Yahudiler, Peygamberle istihza yolunda) dediler: «Kalblerimiz perdelidir (kaşerlenmişdir. Bize ne söylersen kâretmez)». Öyle değil. Allah onları küfürleri yüzünden rahmetinden koğmuşdur. Onun için ancak birazı îman edeceklerdir. (2:88)
Vaktaki onlara Allah katından nezdlerinde bulunan (Tevrat) ı tasdıyk edici (ve doğrultucu) bir Kitab (Kur'an) geldi, ki daha evvel küfredenlerin (Arab müşriklerinin) aleyhine (Allahdan böyle bir) feth istiyorlardı, işte (Tevrâtın şehâdet ve saraahatiyle) tanıdıkları o şey (Kur'an) kendilerine gelince ona (hasedlerinden ve mevki' hırsından dolayı) küfretdiler. Artık Allahın lâ'neti o kâfirlerin tepesine. (2:89)
Onlar Allahın, kullarından kimi dilerse ona fazi (u kerem) inden (vahyi, peygamberliği) indirmesini (öteden beri) günüledikleri (hased etdikleri) için Allahın (bu kerre) indirdiği şey'i (Kur'ân)ı da inkâr etmek (şuretiy) le nefslerini ne kötü şey'e değişib satdılar da gazab üstüne gazaba döndüler. O kâfirler için (kendilerini) hor ve hakîr edici bir azâb vardır. (2:90)
Bir de onlara (Yahudilere) : «Allahın indirdiği şey'e (Kur'âna) îman edin» denildiği zaman: «Biz, bize indirilen (Tevrat) a inanırız» der bir de ondan başkasına küfrederler. Halbuki o (gönderilen kitab) nezdlerindeki (Tevrat) ı doğrultan (bir) gerçekdir. De ki: (Habîbim) : «Öyle ise mü'minler idiniz de (Tevrâta inanıyordunuz da) daha evvel Allahın peygamberlerini neye öldürüyordunuz? (2:91)
Andolsun, Musa size en açık delilleri getirdi. Sonra siz onun ardından (gıyaabında) o buzağıye tütündünüz (onu tanrı edindiniz). Siz (öyle) zaalimlersiniz. (2:92)
Bir vakit «Size verdiğimiz (Tevrat) ı kuvvetle tutun (ona sımsıkı yapışın, söz) dinleyin» (diye) «Tur» u tepenizin üstüne kaldırıb sizden te'mînatlı va'd almışdık. «(Kulağımızla) dinledik, (kalbimizle) isyan etdik» demişlerdi. (Çünkü) küfürleri yüzünden özlerine buzağı (bir su gibi) içirilmiş (iyice işlemiş) di. De ki: «Eğer mü'min (kimse) ler iseniz inancınız size ne kötü şey emrediyor.» (2:93)
(Habîbim) söyle : «Allah yanında âhiret yurdu (cennet, diğer) insanların değil de yalınız sizinse (ve bu da'vânızda) doğruculardan iseniz haydi ölümü temenni edin. (Bunu canınıza minnet bilin)». (2:94)
(Fakat) onlar önceden elleriyle işlediklerinden (kötü amellerinden, Tevrâtı tahrif etdiklerinden) ötürü onu (ölümü) hiçbir zaman arzuu edemezler. Allah o zaalimleri hakkıyle bilendir. (2:95)
Andolsun, sen onları (Yahudileri) insanlardan, (hattâ) müşrik olanlardan ziyâde hayaata düşkün bulacaksın. Onlardan her biri arzuu eder ki (kendisine) bin yıl ömür verilsin. Halbuki onun çok yaşatılması kendisini azâbdan uzaklaşdırıcı değildir. Allah, onlar ne işlerlerse, hakkıyle görücüdür. (2:96)
(Habîbim) de ki: «Kim Cebrâîle düşman olursa» (kahrından gebersin!). Çünkü kendinden evvelki (Kitab) ları tasdik edici (ve doğrultucu) ve mü'minler için ayn-ı hidâyet ve müjde olan (Kuran) ı Allahın izni ile senin kalbinin üstüne o indirmişdir. (2:97)
Kim Allaha, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâîle, Mîkâîle düşman olursa şübhesiz Allah da o (gibi) kâfirlerin düşmanıdır. (2:98)
Andolsun, biz sana apaçık âyetler indirdik. Onları faasıklardan başkası inkâr etmez. (2:99)
Onlar ne zaman bir ahid ile bağlandılarsa içlerinden bir güruh onu bozub atıvermedi mi? Hayır, (bir güruh değil), onların çoğu (ahid tanımazlar), îman etmezler. (2:100)
Onlara ne zaman Allah katından nezdlerindeki (Kitabı) tasdik edici (ve doğrultucu) bir peygamber geldiyse kendilerine Kitab verilen (o kimse) lerden bir güruh sanki onlar (hakıykati) bilmiyorlarmış gibi Allahın Kitabını sırtlarının arkasına atmış (ondan yüz çevirmişidir. (2:101)
Şeytanların; Süleymanın mülk (-ü saltanat ve nübüvvet) i aleyhine uydurub ta'kib etdikleri şeylere (yalanlara) uydular. Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar kâfirdiler ki insanlara sihri (büyücülüğü) ve Bâbildeki iki meleğe, Hârur ve Mâruta indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki onlar (o iki melek) : «Biz ancak fitneyiz (imtihan için gönderilmişizdir). «sakın (sihir, büyü yapıb da) kâfir olma» demedikçe hiç bir kimseye (sihir) öğretmezlerdi. İşte onlardan (o iki melekden) koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrendiler. Halbuki (sihirbazlar) Allahın izni olmadıkça onunla hiç bir kimseye zarar verici değillerdir. Onlar ise kendilerini zarara sokacak, onlara fâide vermeyecek şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun, onlar muhakkak biliyorlardı ki onu (sihri) satın alan (ona revac veren) kimsenin âhiretden hiç bir nasibi yokdur. Onların kendilerini cidden ne kötü şey mukaabilinde satdıklarını bilmiş olsalardı. (2:102)
Eğer onlar (Yahudiler, Peygambere ve Kurana) îman edib de (sihir yapmak gibi günahlardan) sakınmış olsalardı Allah katından (kazanacakları) sevab, (haklarında) elbet daha hayırlı olurdu. Eğer bunu bilselerdi. (2:103)
Ey îman edenler, «Râinâ» demeyin, «Unzurnâ» deyin (Söze iyi) kulak verin. Kâfirler için çok acıklı bir azâb vardır. (2:104)
Ehl-i Kitabdan olan kâfirler de, (Allaha eş koşan) müşriklerde size Rabbinizden hiç bir hayır indirilmesini istemez (ler) Allah ise rahmetiyle kimi dilerse onu mümtaz kılar. Allah en büyük lûtf-ü inayet saahibidir. (2:105)
Biz neshetdiğimiz (hükmünü diğer bir âyetle değiştirdiğimiz) veya unutdurduğumuz (geri bırakdırdığımız) bir âyetin (yerine) ya ondan daha hayırlısını, yahud onun benzerini getiririz. Allanın her şey'e kemâliyle kaadir olduğunu bilmedin mi? (Elbette bildin). (2:106)
Göklerin ve yerin mülk (-ü tasarrufu) hakıykaten Allahın olduğunu ve sizin Allahdan başka ne bir yâr, ne de hakıykî bir yardımcı bulunmadığını bilmedin mi? (2:107)
Yoksa siz de (ey Yahudiler) evvelce Musâya sorulduğu gibi Peygamberinizi sorğuya mı çekmek istiyorsunuz? Kim îmanı (nı) küfr ile değişirse dümdüz yolu sapıtmış olur. (2:108)
Ehl-i Kitabdan bir çoğu, Hak kendilerince besbelli oldukdan sonra, ruhlarındaki hasedden ötürü sizi îmanınızdan sonra küfre döndürmek hevesine düşdü. Allanın emri gelinceye kada şimdilik onları bırakın, serzeniş de etmeyin. Şübhesiz ki Allah her şey'e hakkıyle kaadirdir. (2:109)
Namazı dosdoğru kılın, zekât verin, kendiniz için önden ne hayır yollarsanız Allah katında onu bulacaksınız. Şüphesiz Allah ne yaparsanız kemâliyle görücü (ve ona göre mükâfatını verici) dir. (2:110)
(Yahudiler ve Hıristiyanlar) dediler ki: «Yahudi veya Nasrânî olanlardan başkası asla cennete girmeyecek.» Bu, onların kuruntularıdır. (Habîbim, onlara) söyle: «Eğer (bu iddianızda) doğrucu kimseler iseniz burhanınızı getirin.». (2:111)
Hayır, kim (taat ve amelinde) «ihsan» mertebesine yükselerek yüzünü (kendini) tastamam Allaha teslîm ederse işte ona Rabbi katında (amelinin) ecri (olarak cennet) vardır. Onlara hiç bir korku yokdur. Onlar mahzun da olmazlar. (2:112)
Yahudiler: «Hıristiyan (saymıya değer) bir şey'e saahib değil» dedi (ler). Hıristiyanlar da: «Yahudiler (saymıya değer) bir şey'e saahib değil» dedi (ler). Halbuki hepsi de (kendilerine indirilen) Kitabı (sözde) okuyorlar. (Okumak) bilmeyenler de tıbkı onların dediklerini söyledi. Artık Allah ihtilâfa düşmekde oldukları bu (dâvada) kıyamet günü aralarında hükmünü verecekdir. (2:113)
Allahın mescidlerinde (secde edilen ibâdet yerlerinde) onun adının anılmasını men'edenlerden, onların harab olmasına koşandan daha zaalim kimdir? Onların (hakkı) oralara korkak korkak girmekden başkası değildir. Dünyâda rüsvaylık onlarındır. Âhiretde en büyük azâb da yine onların. (2:114)
Meşrık da Allahındır. Mağrıb da. Onun için nereye (hangi semte) döner, yönelirseniz Âllahın yüzü (kıblesi) oradadır. Şübhe yok ki Allah vaasi'dir, hakkıyle bilicidir. (2:115)
Onlar (Yahudiler ve Hıristiyanlar) : «Allah kendine çocuk edindi» dediler. (Haaşa!) O, (bu gibi şeylerden) pâk ve münezzehidir. Bil'akis göklerde ve yerde ne varsa hepsi onun. Hepsi de onun emrine ramdırlar. (2:116)
Göklerin ve yerin Yaratıcısıdır o. O bir şey'e hükmetdi mi ona ancak «o!» der, o da oluverir. (2:117)
(Hakıykati) bilmeyenler (veya bilib de bilmezlenenler): «Ne olur, Allah bizimle (senin hak peygamber olduğuna dâir yüz yüze bir) söylese, konuşsa, yahud (bu babda) bize bir âyet (mucize) gelse» dedi (ler). Onlardan evvelkiler de tıpkı onların söyledikleri gibi söylemiş (ler) di. Kalbleri birbirine ne kadar da benzemiş!. Biz hakıykatleri iyice bilmek isteyenlere âyetlerimizi apaçık göstermişizdir. (2:118)
(Habîbim) şübhe yok ki biz seni (rahmetimizin) kâmil bir müjdeci (si) ve (azabımızın) gerçek korkutucu (su ve habercisi) olarak o Hak (Kur'ân) ile gönderdik. Sen cehennemin arkadaşlarından (cehennemlik olanların küfürde ayak diremelerinden) mes'ul olacak değilsin. (2:119)
Ne Yahudiler, ne Hıristiyanlar sen onların dînine uyuncaya kadar asla senden hoşnud olmaz (lar). De ki: «Allahın hidâyet (yolu olan İslâm yok mu? İşte) doğru yolun ta kendisi odur». Eğer (vahy ile) sana gelen (bunca) ilimden sonra (bilfarz) onların hevâ (ve heves) lerine uyacak olursan, andolsun, senin için Allahdan (başka koruyacak) ne hakıykî, bir dost, ne de hakıykî bir yardımcı yokdur, (2:120)
Kendilerine kitab verdiğimiz kimseler onu tilâvet hakkını tam gözeterek okurlar. İşte ona îman edenler bunlardır. Kim ona küfrederse onlar da (maddî ve manevî) en büyük zarara uğrayanların ta kendileridir. (2:121)
Ey İsrail oğulları, size ihsan etdiğim (bunca) ni'metimi ve sizi (bir zaman) âlemler üzerine hakıykaten mümtaz kılmış olduğumu hatırlayın. (2:122)
O günden sakının ki hiç bir kimse kimseden yana birşey ödeyemez. Kimseden bedel kabul olunmaz. Kimseye de şefaat fâide vermez ve onlara (başka her hangi bir) yardım da edilmez. (2:123)
Ve hatırlayın o zaman ki Rabbi, İbrâhîmi bir takım kelimelerle (emirleriyle) imtihan edib de o, bunları tamamen yerine getirince: «Seni insanlara îmam (rehber) yapacağım» buyurmuş, (İbrâhîm). «Zür-riyyetimden de» demiş, Allah ise: «Zaalimler ahdime (rahmetime, imametime, taatıma) eremez» demişdi. (2:124)
Hani Beyt (-i şerifi, Kâbey) i insanlar için bir toplantı yeri ve emîn bir mahal yapmışdık (hatırlayın). «Siz de İbrâhîmin makamından bir namazgah edinin», İbrâhîm ile İsmâîle de: «Evimi tavaf edenler, (ibâdet kasdıyle orada) kalanlar, rükû ve sücûd eyleyenler (namaz kılanlar) için titizlikle temizleyin» diye kuvvetli emir vermişdik. (2:125)
Hani İbrâhîm: «Yâ Rab, burasını emniyyetli bir şehir yap ve ehâlisinden Allaha ve âhiret gününe inananları (yemiş, hububat gibi) mahsullerle rızıklandır» demişdi. (Allah da:) «Kâfir olanı dahi kısa bir zaman için (yaşadığı müddetce) fâidelendireceğim, sonra onu cehennem azabına icbar edeceğim. Varacağı yer ne kötüdür» buyurmuşdu. (2:126)
Hani İbrâhîm o Beytin temellerini (yahud: divarlarını), İsmail ile birlikde, yükseltiyordu (da ikisi de şöyle düâ etmişlerdi:) «Ey Rabbimiz, bizden (şu hizmeti) kabul buyur. Şübhesiz hakkıyle işiden, kemâliyle bilen sensin Sen». (2:127)
«Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslîmiyyetde sabit kıl. Soyumuzdan da (yalınız Sana boyun eğen) müslüman bir ümmet (yetişdir), Bize ibâdet edeceğimiz yerleri (Hac amellerini) göster (öğret), tevbemizi kabul et. Çünkü tevbeleri en çok kabul eden, ve (mü'minleri) hakkıyle esirgeyen Sensin Sen». (2:128)
«Ey Rabbimiz, onların (müslim olan o soyumuzun) içinden onlara Senin âyetlerini okuyacak, onlara Kitabı (Kur'anı), hikmeti (ondan hükümleri) öğretecek, onları (şirkden) iyice temizleyecek bir peygamber gönder. Şübhesiz yegâne gaalib, (sun'unda) tam hikmet saahibi Sensin Sen». (2:129)
Kendini bilmeyenden başka kim İbrâhîmin dininden yüz çevirir? Andolsun ki biz onu dünyâda beğenip seçmişizdir. O, şüphe yok âhiretde de muhakkak saalihlerden (yüksek derece erbabından) dır. (2:130)
Rabbi ona: «(Kendini Hakka) teslim et» dediği zaman o, «Âlemlerin Rabbine teslim oldum» demişdi. (2:131)
İbrahim, bunu (ayni şey'i) oğullarına da tavsiye etdi. (Torunu) Ya'kûb da (öyle yapdi:) «Ey oğullarım, Allah sizin için (İslâm) dîni (ni) beğenib seçdi. O halde siz de (başka değil) ancak müslümanlar olarak can verin (dedi)». (2:132)
Yoksa (Ey Yahudiler), ölüm Yakubun önüne geldiği vakit siz de orada haazır mı idiniz? (Hayır) o, oğullarına: «Benden (ölümümden) sonra neye ibâdet edeceksiniz?» dediği zaman onlar: «Senin Tanrına ve babaların İbrâhîmin, İsmâîlin, İshakın birtek Tanrı olan Allahına ibâdet edeceğiz. Biz, ona teslîm olmuşuzdur» demişlerdi. (2:133)
Onlar birer ümmetdi (gelib) geçdi. (o ümmetlerin) kazandığı kendilerinin, sizin kazandığınız da (ey Yahudiler) sizin ve siz, onların işlemiş olduklarından mes'ul olacak değilsiniz. (2:134)
(Yahudî ve Hıristiyanlar Müslümanlara:) «Yahudî veya Nasraanî olun ki doğru yolu bulasınız» dediler. De ki (Habîbim): «Hayır, (biz) muvahhid (Allah'ı bir tanıyarak ve müslim) olarak İbrâhîmin dîni (n deyiz). O, Allaha eş tutanlardan değildi». (2:135)
(Ey mü'minler) deyin ki: «Biz Allaha, bize indirilene (Kur'ân-ı Kerîme), İbrâhîme, İsmâîle, İshaka, Yakuba ve torunlarına (esbaata) indirilenlere, Musâya, İsâye verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rableri katından verilen (Kitâb ve âyetler) e îman etdik. Onlardan hiçbirini (kimine inanmak, kimini inkâretmek suretiyle) diğerinden ayırd etmeyiz. Biz (Allaha) teslîm olmuş (müslümanlar) ız». (2:136)
Artık, eğer onlar da sizin bu îman etdiğiniz gibi îman ederlerse muhakkak doğru yolu bulmuşlardır. Şâyed yüz çevirirlerse onlar (size karşı) ancak muhaalefetdedirler. (Habîbim) o suretde onlara karşı Allah (sana) yeter (Allah seni sıyânet edecekdir). O, hakkıyle işiden hakkıyla bilendir. (2:137)
(Biz) Allahın boyasıyle (boyanmışızdır). Allahdan daha güzel boyası olan kim? Biz ona kulluk edenleriz. (2:138)
De ki (Habîbim) : «Siz (Arabdan bir peygamber geldi diye) bizimle Allah hakkında çekişiyor musunuz? Halbuki o bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. (Dilediğini O seçer) Bizim yapdıklarımız (ın mükâfatı) bize, sizin yapdıklarınız (ın mücâzâtı) size âid. Biz ona bütün samîmiyyetimizle bağlanmışızdır». (2:139)
Yoksa siz: «Gerçek, İbrâhîm, İsmâîl, İshak, Ya'kub ve oğulları Yahudi, yahud Hıristiyanlar mı idi» diyorsunuz? De ki: «(Bunu) siz mi daha iyi bilensiniz, yoksa Allah mı? Nezdinde Allahdan (gelen) bir şâhidliği (insanlardan) saklayandan daha zaalim kimdir ki? Allah, sizin yapmakda olduklarınızdan gaafil değil». (2:140)
Onlar birer ümmetdi, (gelib) geçdi. (O ümmetlerin) kazandığı kendilerinin, sizin kazandığınız da sizindir ve siz onların işlemiş olduklarından mes'ûl de olacak değilsiniz. (2:141)
İnsanlardan (Yahudî ve müşriklerden) bir takım beyinsizler: «(Müslümanların namazda kıble edinib) üzerinde durdukları (devam etdikleri eski) Kıblesinden çeviren (sebeb) nedir?» diyecekler. De ki (Habîbim): «Doğu da Allahın, batı da. O, kimi dilerse onu doğru yola iletir.» (2:142)
Böylece sizi (Ey Muhammed ümmeti) vasat (orta) bir ümmet yapmışızdır, insanlara karşı (hakıykatın) şâhidler (i) olasınız, bu peygamber de sizin üzerinize tam bir şahidi olsun diye. (Habîbim) senin haalâ üstünde durageldiğin (Kâ'beyi tekrar) kıble yapmamız; o peygambere (sana) uyanları (senin izince gidenleri) ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden (irtidâd edeceklerden ve münafıklardan) ayırd etmemiz içindir. Gerçi (Kıblenin bu suretle çevrilmesi) elbette büyük bîr (mesele) dir. Ancak bu, Allanın, doğru yola iletdiği kimseler hakkında (asla vârid) değil. Allah îmanınızı zaayi edecek değildir. Çünkü Allah insanları çok esirgeyendir, (onlara) rahmet (ve inayet) ini râyigân edendir. (2:143)
Biz, yüzünü (vahye intizaar ve iştiyakından) çok kerre göğe doğru evirib çevirdiğini muhakkak görüyoruz. Şimdi seni herhalde hoşnud olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. (Namazda) yüzünü artık Mescid-i haram tarafına (Kâ'be semtine) çevir. (Ey Müminler,) siz de nerede bulunursanız (namazda) yüzlerinizi o yana döndürün. Şüphe yok ki kendilerine Kitab verilenler bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu pek iyi bilirler. Allah onların yapacaklarından gaafil değildir. (2:144)
Andolsun ki (Habîbim) sen, kendilerine Kıble verilenlere (kıble mes'elesine dâir) her âyeti (burhanı, mu'cizeyi) getirmiş olsan onlar (inadiarmdan) yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine tâbi' olucu değilsin. (Hattâ) onların kimi kiminin (Yahudiler Hıristiyanların, Hıristiyanlar Yahudilerin) kıblesine uyucu değildir. Andolsun (Habîbim) sana gelen bunca ilim (ve vahy) den sonra (bilfarz) onların hevâ (ve heves) terine uyacak olursan, o takdirde şübhesiz ve muhakkak (kendilerine) yazık etmişlerden (sayılır) sın. (2:145)
Kendilerine Kitab verdiklerimiz onu (o peygamberi) Öz oğulları gibi tanırlar, öyle iken içlerinden bir güruh, kendileri bilib durdukları halde, yine mutlakaa Hakkı gizlerler. (2:146)
Hak, Rabbindendir. O halde sakın şüphecilerden olma. (2:147)
Herkesin (ve her kavm ve milletin) yüzünü kendine döndürücü olduğu bir yöneti vardır, öyle ise siz de (ey mü'minler) hayır işlerine koşun, birbirinizle yarış edin. Nerede bulunursanız (bulunun), Allah hepinizi (bir araya) getirecekdir. Şübhesiz ki Allah herşey'e hakkıyle kaadirdir. (2:148)
Hangi yerden (sefere) çıkarsan (namazda) yüzünü Mescid-i haram tarafına döndür. Bu (emir de) Rabbinden (gelen) mutlak bir Hak dır. Allah, yapacaklarınızdan gaafil değildir. (2:149)
(Evet habîbim) hangi yerden çıkarsan (namazda) yüzünü Mescid-i haraama doğru çevir. (Siz de ey mü'minler) nerede olursanız (olun) yüzlerinizi o yana döndürün. Tâki aleyhinizde, insanların, içlerindeki zaalim olanlarından başkasının (tutunabitaceği) bir hüccet (bir vesika ve bir i'tiraz mevzuu) kalmasın. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Tâki size karşı olan ni'metimi tamamlayayım. (Bu sayede) siz de hidâyete kavuşmayı ümîd edebilirsiniz. (2:150)
Nitekim içinizde kendinizden bir peygamber gönderdik ki o, size âyetlerimizi okuyor, sizi (Allaha eş tutmakdan, günâhlardan, maddî ve ma'nevî kötülüklerden kurtarıb) tertemiz yapıyor, size Kitâb (Kur'ânı) ve hikmeti (içinde bulunan hükümleri) öğretiyor, bilmediğiniz şeyleri size bildiriyor. (2:151)
Öyle ise siz beni (taatle, ibâdetle) anın, ben de sizi (sevab ile, mağfiretle) anayım. Bir de bana şükredin, bana nankörlük etmeyin. (2:152)
Ey îman edenler, (taate ve belâye) sabr ile, bir de namazla (Hakdan) yardım isteyin. Şübhesiz ki Allah (ın yardımı) sabredenlerle beraberdir. (2:153)
Allah yolunda öldürülmüş olanlar için «ölüler» demeyin. Bil'akis onlar diridirler. Fakat siz iyice anlamazsınız. (2:154)
Andolsun, sizi biraz korku, (biraz) açlık, (biraz da) mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere (lutf-ü keremimi) müjdele. (2:155)
Ki onlar kendilerine bir belâ geldiği zaman «Biz (dünyâda) Allanın (teslim olmuş kulları) yız ve biz (âhiretde de) ancak ona dönücüleriz» diyenlerdir. (2:156)
Onlar (o teslîmiyyet ve istircâı gösterenler yok mu?) Rablerinden mağfiretler ve rahmet hep onların üzerindedir ve onlar doğru yola erdirilenlerin ta kendileridir. (2:157)
Şübhe yok ki «Safaa» ile «Merve» Allahın şeâirindendir. İşte kim o «Beyt» i (Kâ'beyi) hacc veya Umre (kasdı) ile ziyaret ederse bunları güzelce tavaf etmesinde üzerine bir beis yokdur. Kim gönlünden koparak (vâcib olmayan amellerden) bir hayır işlerse (mükâfatını görür). Çünkü Allah taatlerin ecrini veren, (her şey'i de) hakkıyle bilendir. (2:158)
Hakıykat, indirdiğimiz o açık açık âyetlerimizi ve doğruyu biz kitabda insanlara onu pek aşikâr bir suretde bildirdikden sonra gizleyenler (yok mu?) işte onlar (ın haali:) onlara hem Allah lâ'net eder ve hem lâ'net etmek şânından olanlar lâ'net eder. (2:159)
Ancak tevbe (ve rücu) edenler, (hareketlerini) düzeltenler ve (hakıykatı gizlemeyib) iyice açıklayanlar başka. Ben artık onların günâhlarından geçerim. Ben en çok tevbeyi kabul edenim, en çok esirgeyenim. (2:160)
Hakıykat, küfredib de kendileri kâfirler olarak ölenler (yok mu?) işte onlar: Allanın, meleklerine ve bütün insanlarına lâ'neti onların üstündedir. (2:161)
Onun (o lâ'netin, yahud cehennemin) içinde ebedî kalıcıdırlar onlar. Onlardan âzab da hafifletilmez. Kendilerinin yüzlerine de bakılmaz. (2:162)
Hepinizin Tanrısı (zâtinde ve sıfatlarında asla benzeri bulunmayan) bir tek Tanrıdır. Ondan başka hiç bir Tanrı yokdur. O, hem Rahmandır, hem rahimdir. (2:163)
Şübhesiz göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeyleri denizde akıt (ıb taşıy) an o gemilerde, Allahın yukarıdan indirib onunla yer yüzünü, ölümünden sonra, diriltdiği suda, deprenen her hayvanı orada üretib yaymasında, gökle yer arasında (Hakkın emrine) boyun eğmiş olan rüzgârları ve bulutları evirib çevirmesinde aklı ile düşünen bir kavm için nice âyetler (Allahın varlığına, birliğine ve kemâl-i kudretine delâlet eden bir çok alâmetler) vardır. (2:164)
İnsanlar içinde Allahdan gayrisini (Ona) emsal edinen adamlar da vardır ki onlara Allaha olan sevgi gibi muhabbet beslerler. Îman edenlerin Allaha sevgisi ise (her şeyden) sağlamdır. (Allaha eş tutarak nefislerine) zulmedenler azabı görecekleri zaman bütün kuvvet (ve kudret) in hakıykaten Allahın olduğunu ve Allahın hakıykaten pek çetin azâblı bulunduğunu (gözleriyle görür gibi) bilselerdi... (2:165)
O zaman (görecekler ki) arkalarından uyulub gidilenler kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşmışdır. (Hepsi) o azabı görmüşlerdir. Aralarındaki ipler (münâsebetler) de parçalanıb kopmuşdur. (2:166)
Ve tâbi' olanlar şöyle demişdir: «Bizim için (dünyâye) bir dönüş olsaydı da (bugün) bizden uzaklaşdıkları gibi biz de (o gün) onlardan uzaklaşsaydık». Böylece Allah onlara bütün yapdıklarını hasret (ve nedamet) ler haalinde kendilerine gösterecekdir ve onlar cehennemden akıcılar da değildirler. (2:167)
Ey insanlar, yerdeki şeylerden, halâl ve temiz olmak şartıyle, yeyin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, size hakıykaten apaçık bir düşmandır. (2:168)
O, size ancak kötülüğü, hayâsızlığı ve Allaha karşı bilmeyeceğiniz şeyleri söylemenizi emreder. (2:169)
Onların (müşriklere); «Allahın indirdiğine uyun» denildiği zaman onlar: «Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulunduğumuz şey'e uyarız» derler. Ya ataları birşey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler? (2:170)
O küfredenlerin haali bağırıb çağırışdan başka bir şey duymayan (anlamayan hayvanlara durmayıb) haykıran (bir çoban) ın haaline (ne kadar da) benziyor. (Onlar bir sürü) sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Onun için düşünmezler. (2:171)
Ey îman edenler, size rızk olarak verdiğimiz şeylerin (maddeten ve manen) en temiz olanlarından yeyin, Allaha şükredin, eğer (hakıykaten) ona kulluk ediyorsanız. (2:172)
O, size ölüyü (murdar hayvanı), kanı, domuz etini, bir de Allahdan başkası için kesileni kat'iyyen haram kıldı. Fakat kim bunlardan yemiye muztar kalırsa (kimseye) saldırmamak ve haddi (ölmeyecek mikdarı) geçmemek şartıyle onun üzerine günah yokdur. Şübhesiz ki Allah çok yarğılayıcıdır, hakkıyle esirgeyicidir. (2:173)
Allanın indirdiği Kitabdan (Peygamberin vasıflarına dâir) bir şey'i gizleyib de onunla az bir bahayi (hasîs, bir menfaati) satın alanlar (yok mu?) Onlar karınlarına ateşden başka (bir şey) yemiş olamazlar. Kıyaamet günü Allah onlarla konuşmaz, onları temize de çıkarmaz. Onlar için pek acıklı bir azâb vardır. (2:174)
Onlar doğru yolu bırakıb sapıklığı, mağfirete bedel azaâbı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne de sabırlıdırlar!. (2:175)
Bu (azabın) sebebi şudur: Çünkü Allah Kitabı şübhesiz hak olarak indirmişdir. O kitab (ın inzal, tasdıyk ve sıhhatin) da ihtilâfa düşenler elbette (Hakdan) uzak bir ayrılık içindedirler. (2:176)
(Namazda) yüzlerinizi doğu ve batı yönüne döndürmeniz; birr (taat bu) değildir. Fakat birr, Allaha, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere îman eden, malı (nı Allah) sevgisiyle (yahud: mala olan sevgisine rağmen) akrabaye, yetimlere, yoksullara, yol oğluna (Yolda kalmış müsâfırlere), dilenenlere ve köle ve esirler (i kurtârmıy) a veren, namazı (nı) dosdoğru kılan, zekâtı (nı) veren (kimselerin), ahidleşdikleri zaman sözlerini yerine getirenler (in), sıkıntıda ve hastalıkda ve muhaarebenin kızışdığı zamanlarda sabr-u metanet gösterenler (in birridir). Onlar (yok mu? îmanlarında ve birr-ü taat iddiasında) saadık olanlar onlardır ve onlar takvaaya erenlerin de ta kendileridir. (2:177)
Ey îman edenler, maktuller hakkında size kısas (misilleme) yazıldı (farzedildi). Hür, hür ile, köle, köle ile, dişi, dişi ile (kısas olunur). Fakat kimin (hangi kaatilin) lehinde maktulün kardeşi (velîsi) tarafından cüz'î birşey afvolunursa (hemen kısas düşer). Artık örfe uymak (şer'in ve aklın iyi gördüğünü yapmak, borcu) ona (maktulün velîsine) güzellikle ödemek (lâzımdır). Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve esirgemedir. O halde kim bu (afivden ve edadan) sonra (kaatile veya taraflarına muhaasame ve) tecâvüzde bulunursa onun için pek acıklı bir azâb vardır. (2:178)
Ey salim akıl saahibleri, kısasda sizin için (umumî) bir hayaat vardır. Tâki (katilden) sokmasınız. (2:179)
Sizden birinize ölüm gelib çatdığı vakit eğer mal bırakacaksa anaya, babaya, yakın akrabaya meşru' bir suretde vasıyyetde bulunmak takvaa sahihleri üzerinde bir hak olarak farzedildi. (2:180)
Artık kim bunu (ölünün bu vasıyyetini) işitdikden sonra onu tebdil ederse her halde vebali onu değişdirenlerin üzerinedir. Şübhesiz ki Allah hakkıyle işidici, kemâliyle bilicidir. (2:181)
Bununla beraber, kim vasıyyet edenin haksızlığa meylinden, yahud günâha gireceğinden endîşe edib de (alâkalıların) aralarını bulursa ona da hiç bir günâh yokdur. Şübhesiz ki Allah çok yarlığayıcı, hakkıyle esirgeyicidir. (2:182)
Ey îman edenler sizden evvelki (ümmet) lere yazıldığı gibi sizin üzerinize de oruç yazıldı (farz edildi). Tâki korunasınız. (2:183)
(O) sayılı günler (dir). Artık sizden kim (o günlerde) hasta, yahud sefer üzerinde olur (ve orucunu yemiş bulunur) sa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutar. İhtiyarlığından, yâhud şifâ bulması ümîd edilmeyen bir hastalıkdan dolayı oruç tutmıya) gücü yetmeyenler üzerine de bir yoksul doyumu fidye (lâzımdır). Bununla beraber kim gönül isteğiyle bir hayır yaparsa işte bu, onun için daha hayırlıdır. Oruç tutmanız sizin hakkınızda (yemenizden ve fidye vermenizden) hayırlıdır, bilirseniz. (2:184)
(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki Kur'an onda (ki Kadir gecesinde levh-i mahfuzdan semâ-i dünyâye) indirilmişdir. (O Kur'an ki) insanlara (mahz-ı) hidâyetdir, doğru yolun ve Hak ile baatılı ayırd eden hükümlerin nice açık delilleridir. Öyleyse içinizden kim o aya erişirse (hazır olur, müsâfir olmazsa) onu (orucunu) tutsun, kim de hasta olur, yahud bir sefer üzerinde bulunursa o halde başka günlerde, oruç tutamadığı günler sayısınca (orucunu kazaa etsin). Allah size kolaylık diler, size güdük istemez. (Bu kolaylığı istemesi;) o sayıyı (kazaa borcunuzu) ikmâl etmeniz, Allahı sizi muvaffak buyurduğu o şeyden dolayı da büyük tanımanız içindir. Olur ki şükr edersiniz. (2:185)
Kullarım (Habîbim) sana beni sorunca (haber ver ki) işte ben muhakkak yakınımdır. Bana düâ edince ben o düâ edenin da'vetine icabet ederim. O halde onlar da benim da'vetime (itaatle) icabet ve bana İman (da devam) etsinler. Tâki (o sayede) doğru yola ulaşmış olalar. (2:186)
Oruç (günlerinizin) gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size halâl edildi. Onlar sizin için, siz de onlar için birer libâssınız. Allah nefislerinize karşı za'f göstermekde olduğunuzu bildi de tevbenizi kabul etdi, sizi bağışladı. Artık (bundan sonra geceleri) onlara yaklaşın ve Allahın hakkınızda yazdığını isteyin. (Bütün gece) fecr (-Î saadık) olan ak iplik kara iplikden size seçilinceye kadar yeyin, için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde i'tîkâfda bulunduğunuz zaman kadınlarınıza (geceleri de) yaklaşmayın. Bu (hükümler) Allahın sınırlarıdır. Sakın onlara (o sınırlara) yaklaşmayın, işte Allah âyetlerini böylece insanlara açıklar. Tâki korunsunlar. (2:187)
Aranızda (birbirinizin) mallarınızı haksız sebeblerle yemeyin ve kendiniz bilib dururken insanların mallarından bir kısmını günah (ı mucip suretler) le yemeniz için onları (o malları) haakimlere aktarma etmeyin. (2:188)
Sana yeni doğan ayları sorarlar. De ki: «O, insanların fâidesi için, bir de hacc için vakit ölçüleridir, iyilik ve taat, evlere arkalarından gelmeniz değildir. Fakat iyilik (eden; Allaha muhalefetden) sakınandır. Evlere kapılarından gelin. Allahdan korkun. Tâki muraadınıza kavuşasınız. (2:189)
Size harb açanlarla, Allah yolunda, sizde döğüşün (müdâfaa harbi yapın. Ancak) aşırı gitmeyin. Şübhesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez. (2:190)
Onları (size harb açanları) nerede yakalarsanız öldürün, onları sizi çıkardıkları yerden (Mekkeden) çıkarın. Fitne katilden beterdir. Onlar Mescid-i haram yanında, orada sizinle döğüşünceye kadar, (yâ'ni döğüşmedikce) siz de orada kendileriyle döğüşmeyin. Fakat (Orada) sizi. öldürürlerse siz de onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir. (2:191)
Bununla beraber (Muhaarebeden) vazgeçerlerse (siz de bırakın), şübhesiz ki Allah çok yarlığayıcı, hakkiyle esirgeyicidir. (2:192)
Fitne (den eser) kalmayıncaya, dîn de (şunun bunun değil) yalınız Allahın (dîni diye tanılmış) oluncaya kadar onlarla savaşın. Vaz geçerlerse artık zaalimlerden başkasına hiç bir husumet yokdur. (2:193)
Haram ay, haram aya bedeldir. Hürmetler karşılıklıdır. Onun için kim sizin üzerinize saldırırsa siz de, tıbkı onların üstünüze saldırdıkları gibi, ona saldırın. (Fakat dâima) Allahdan korkun ve bilin ki şübhesiz Allah takvaa saahibleriyle beraberdir. (2:194)
Allah yolunda mallarınızı harcayın. Kendinizi tehlikeye atmayın. (Dâima da) iyilik edin. Allah muhakkak iyilik edenleri sever. (2:195)
Haccı da, umreyi de Allah için, tam yapın. Fakat (herhangi bir sebeble bunlardan) alıkonursanız o halde kolayınıza gelen kurban (ı gönderin. Bununla beraber) kurban yerine (Minâya) varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Artık içinizden kim hasta olur, yahud başından bir eziyyeti bulunursa ona orucdan, ya sadakadan yahud da kurbandan (biriyle) fidye (vacip olur). Emîn olduğunuz vakit ise kim hacca kadar umre ile fâidelenmek (sevaba girmek) isterse kolayına gelen bir kurban (ı kesmek vacip olur). Fakat (onu) bulamazsa hacc günlerinden (ihramlı olarak) üç, döndüğünüz vakit yedi gün olmak üzere oruç tutmak (vacip olur ki) bunlar tam on (gün eder). Bu, ailesi (ikâmetgâhı) Mescid-i haramda bulunmayanlara âiddir. Allahdan korkun ve bilin ki Allah, cezası cidden çetin olandır. (2:196)
Hacc (ayları) bilinen aylardır, işte kim onlarda (o aylarda) haccı (kendine) farz eder (ihrama girer) se artık hacda kadına yaklaşmak, günâh yapmak, kavga etmek yokdur. Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir. Bir de (Hacc seferinize yetecek mikdarda) azıklanın. Muhakkak ki azığın en hayırlısı (dilenmekden, insanlara yük olmakdan) kaçınmakdır. Ey kâmil akıl saahibleri, benden korkun. (2:197)
(Hacc mevsiminde ticâretle) Rabbinizden rızık istemenizde bir günâh yokdur. Arafatdan (orada «vakfe» den sonra, seller gibi) boşanıp (elbirlik) akdığınız zaman «Meş'ar-i haraam» ın yanında Allahı zikredin, O, size nasıl hidâyet etdiyse siz de Onu öylece anın. (Bilirsiniz ya) siz bundan evvel gerçek sapıklardandınız! (2:198)
Sonra insanların (elbirlik) döndüğü yerden siz de dönün. Allahdan (günâhlarınızı) mağfiret (buyurmasını) isteyin. Şüphesiz ki Allah çok yarlığayıcı, hakkıyle esirgeyicidir. (2:199)
Menâsikinizi (hacca âit ibâdetlerinizi) bitirince (câhiliyyetde) atalarınızı (böbürlenerek) andığınız gibi, hattâ daha kuvvetli bir anışla Allahı anın. Artık o insanlardan kimi «Ey Rabbimiz, bize (nasibimizi) dünyâda ver» der ki onun âhiretden nasibi yokdur. (2:200)
Kimi de «Ey Rabbimiz bize dünyada da iyi hal ver, âhiretde de iyi hal ver ve bizi o ateş (cehennem) azabından koru» der. (2:201)
İşte onların (o her iki kısmın hacda) kazandıklarından nâsib (ler) i vardır. Allah hesabı pek çabuk görendir. (2:202)
Bir de sayılı günlerde Allahı zikredin (tekbîr alın). Kim iki günde («Minâ» dan dönmek için) acele ederse üstüne günâh yokdur. Kim de geri kalırsa ona da günah yokdur. (Fakat bu,) takva saahibi için (dir). Allahdan korkun ve bilin ki muhakkak (hepiniz) ancak Ona (varıb) toplanacaksınız. (2:203)
İnsanlardan öyle kimse vardır ki, onun (bu) dünyâ hayaatına âid sözü hoşuna gider ve o, kalbinde olana Allahı şahid getirir. Halbuki o, düşmanların en yamanıdır. (2:204)
O, yer yüzünde iş başına geçdi mi orada fesâd çıkarmıya, ekini ve zürriyeti kökünden kurutmıya koşar. Allah fesadı sevmez. (2:205)
Ona: «Allahdan kork» denildiği zaman izzet (-i nefsi, cahilane kibr) i kendisini (daha ziyâde) günâh işlemeye götürür. İşte öylesine cehennem yetişir. O, hakıykat ne kötü yatakdır!.. (2:206)
İnsanlardan öyle kimse de vardır ki Allâhın rızasını isteyerek nefsini satın alır. Allah kullarına çok merhametlidir. (2:207)
Ey iman edenler, hep birden sulh-u selâma girin. Şeytanın adımları ardına düşmeyin. Çünkü o, sizin apaçık bir düşmanınızdır. (2:208)
Size bunca aşikâr deliller geldikten sonra yine kayarsanız bilin ki şübhesiz Allah mutlak gaalibdir. (Sununda) tam hikmet saahibidir. (2:209)
Onlar (İslama girmeyenler) ille Allanın, bulutdan gölgeler içinde meleklerle birlikde kendilerine gelivermesine ve işlerinin bitirilivermesine mi bakıyorlar? Halbuki (bütün) işler Allah'a döndürülür. (2:210)
Sor israil oğullarına; Onlara nice açık âyet (ler) verdik. Kim Allahın ni'metini, o (nimet) kendisine geldikten sonra, (küfr ile) değişdirirse şübhesiz Allah, cezası pek çetin olandır. (2:211)
Küfredenler dünyâ hayaatı pek süslendi. îman edenlerden kimiyle (Bilâl, Ammar, Suheyb gibi fakirlerle) eğleniyorlar. Halbuki takvaaya eren (o mü'min) ler kıyaamet gününde onların üstündedirler. Allah kimi dilerse ona hesâbsız rızık verir. (2:212)
İnsanlar bir tek ümmetdi (kimi îmân etmek, kimi küfre sapmak suretiyle ihtilâfa düşdüler). Binâen'aleyh Allah (rahmetinin) müjdeciler (i, azabının) haberciler (i) olmak üzere (onlara) peygamberler gönderdi ve beraberlerinde — insanların ihtilâfa düşdükleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek için — hak (ve gerçek) kitablar da indirdi. Halbuki kendilerine apaçık deliller geldikden sonra birbirine karşı olan ihtiras ve hasedden ötürü ihtilâfa düşenler; o (Kitab) verilenlerden başkası değildir. İşte Allah (böylece) îman edenleri, kendi iradesiyle; hakkında ihtilâfa düşdükleri hakka (gerçeğe) ulaşdırdı. Allah kimi dilerse onu doğru yola iletir. (2:213)
(Ey mü'minler) yoksa siz, sizden evvel geçenlerin haali başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk (lar), ve sıkıntı (lar) gelib çatdı ve (çeşidli belâlarla) sarsıldılar ki, hattâ peygamber (leri) maiyyetindeki mü'minlerle birlikde: «Allahın yardımı ne zaman?» diyordu. Gözünüzü açın: Allahın yardımı yakındır muhakkak. (2:214)
Onlar, hangi şey'i nafaka olarak vereceklerini sana sorarlar. De ki: «Maldan vereceğiniz şey (evleviyyetle) ananın, babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yol oğlunun (müsâfirin hakkı) dır. Her ne hayır işlerseniz şübhesiz Allah onu çok iyi bilen (mükâfatını veren) dir. (2:215)
(Ey mü'mînler, tab'an) sizin hoşunuza gitmediği halde uhdenize, kıtal (düşmanlarla savaş) yazıldı (farz edildi). Olur ki'bir şey hoşunuza gitmezken o, sizin için hayırlı olur, bir şey'i de sevdiğiniz halde o da hakkınızda şer olur. Allah bilir, siz bilmezsiniz. (2:216)
Sana haram olan o ayı, ondaki muhaarebeyi sorarlar. De ki: «Onda (o ayda) muhaarebe etmek büyük (günâh) dır, (insanları) Allah yolundan men' etmek, onu inkâr etmek, (ziyaretçilerin) Mescid-i haraama gitmelerine mâni' olmak, Onun halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük (günah) dır. Fitne katilden de beterdir. Kâfirler, güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmalarında devam edeceklerdir. İçinizden kim dininden döner de o, kâfir olarak ölürse onların (o gibilerin) yaptığı (iyi) işler dünyâda da, âhiretde de boşa gitmişdir. Onlar o ateşin (cehennemin) arkadaşlarıdır. Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar. (2:217)
Hakıykat, iman edenler, bir de Allah yolunda (yurdlarından) hicret edib de savaşanlar (yok mu?) işte onlar Allahın rahmetini umarlar. Allah (mü'minleri) hakkıyle yarlığayıcı, (onları) cidden esirgeyicidir. (2:218)
(219-220) Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: «Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için fâideler vardır. Günahları ise fâidelerinden daha büyükdür.» (Yine) sana hangi şey'i nafaka vereceklerini sorarlar. De ki: «İhtiyacınızdan artanı (verin)». Allah size böylece âyetlerini (pek güzel) açıklar. Olur ki dünyâ hususunda da, âhiret işinde de iyice düşünürsünüz. Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: «Onları yarar ve iyi bir haale getirmek hayırlıdır. Şayet kendileriyle bir arada yaşarsanız onlar sizin kardeşierinizdir. Allah, (yetimlerin) salâhına çalışanlarla (onların mal ve haalinde) fesâd (ve fenalık) yapanları bilir. Eğer Allah dileseydi sizi muhakkak zahmete sokardı. Şübhesiz Allah mutlak gaalibdir, tam hüküm ve hikmet saahibidir. (2:219)
(Ey mü'minler) Allaha eş tanıyan kadınlarla (müşriklerle), onlar îmana gelinceye kadar, evlenmeyin. İman eden bir câriye, müşrik bir kadından — bu, sizin hoşunuza gitse de — elbet daha hayırlıdır. Müşrik erkeklere de, onlar îman edinceye kadar, (mü'min kadınları) nikahlamayın. Mü'min bir kul müşrikden — o, sizin hoşunuza gitse de — elbette hayırlıdır. Onlar sizi cehenneme çağırırlar, Allah ise, kendi iradesiyle, cennete ve mağfirete çağırır. O, insanlara âyetlerini apaçık söyler. Tâki iyice düşünüb ibret alsınlar. (2:221)
Sana kadınların ay haalini de sorarlar. De ki: «O bir ezadır (pislikdir). Onun için hayız zamanında kadınlar (ınızla cinsî münâsebet) den ayrılın, temizlendikleri vakta kadar kendilerine yaklaşmayın. İyice temizlendiler mi o zaman Allahın size emretdiği yerden onlara gidin. Her halde Allah hem çok tevbe edenleri sever, hem çok temizlenenleri sever. (2:222)
Kadınlarınız sizin (evlâd yetişdiren) tarlanızdır. O halde tarlanıza, dilediğiniz gibi, gelin. Kendiniz için önden (iyi ameller) gönderin (hayırlı evlâdlar yetişdirin). Bir de Allahdan korkun ve bilin ki her halde siz ona kavuşacaksınız. îman edenlere müjdele. (2:223)
Allahı, yeminlerinizden dolayı, iyilik etmenize, (fenalıkdan) sakınmanıza, insanların arasını bulmıya engel yapmayın. Allah (her şey'i) hakkıyle işidici, kemâliyle bilicidir. (2:224)
Allah, sizi yeminlerinizdeki «lâğv» dan dolayı sorumlu tutmaz. Fakat sizi kalplerinizin azmetdiği yeminler yüzünden muaahaze eder. Allah çok yarlığayıcıdır, halîmdir (kullarının günâhı sebebiyle azıklarını da kesici değildir). (2:225)
Kadınlarına yaklaşmamıya yemîn edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer erkekler (o müddet içinde keffâret yaparak zevcelerine) dönerlerse şüphe yok ki Allah cidden yarlığayıcı, hakkıyle esirgeyicidir. (2:226)
Eğer (o suretle yemîn edenler ric'at etmeyib de kadınlarını) boşamıya karar verirlerse (ayrılırlar). Şübhesiz Allah (onların sözlerini) hakkıyle işidici, (niyyetlerini) gerçekden bilicidir. (2:227)
Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler (beklesinler). Eğer onlar Allaha ve âhiret gününe inanıyorlarsa Allahın, kendi rahimlerinde yaratdığını (söylemeyerek) gizlemeleri onlara halâl olmaz. Kocaları bu bekleme müddeti içinde barışmak isterlerse onları geri almıya (herkesden) çok lâyıkdırlar. Erkeklerin meşru' suretde kadınlar üzerindeki (hakları) gibi kadınların da onlar üzerinde (hakları) vardır. (Yalnız) erkekler onlar üzerinde (daha üstün) bir dereceye mâlikdirler. Allah mutlak gaalibdir, gerçek hüküm ve hikmet saahibidir. (2:228)
Boşama iki defadır. (Ondan sonrası) ya iyilikle tutmak, ya güzellikle salmakdır. (Ey zevçler) onlara (kadınlara) verdiğiniz bir şey'i (mehrî geri) almanız size halâl olmaz. Meğer ki erkekle kadın Allahın sınırlarını (evlilik haklarını) ayakda tutamayacaklarından korkmuş (ümidlerini kesmiş) olsunlar. Eğer bu suretle siz de onların (zevç ve zevcenin), Allahın sınırlarını hakkıyle muhaafaza ve îfâ edemeyeceklerinden korkarsanız o halde (kadının serbest boşanması îçin) fidye vermesinde (hakkından vaz geçmesinde) ikisi üzerinde de vebal yokdur. Bunlar Allahın sınırlarıdır. Onları (çiğneyib) geçmeyin. Kim Allahın sınırlarını aşarsa, işte onlar zaalimlerin ta kendileridir. (2:229)
Yine erkek, zevcesini (üçüncü defa olarak) boşarsa ondan sonra kadın kendinden başka bir ere nikahlanıp varıncaya kadar ona (o birinci zevcine) halâl olmaz. Bununla beraber, eğer bu (yeni) koca da onu boşar da onlar (birinci zevc ile aynı zevce) Allahın sınırlarını ayakda tutacaklarını (tatbik edeceklerini) zannederlerse (ıddet bitdikten sonra) tekrar birbirine dönmelerinde (evlenmelerinde) her ikisi hakkında da vebal yokdur. Bunlar bilir, anlar bir kavm için Allahın açıkladığı sınırlardır. (2:230)
Hem kadınları boşadınız da ıddetlerini bitirdiler mi, artık onları ya (kendilerine ric'atle) iyilikle tutun, ya iyilikle bırakın. (Fakat) onları, sırf zulmedebilmeniz için, zararlarına olarak, tutmayın. Kim böyle yaparsa muhakkak kendine yazık etmiş olur. Allahın âyetlerini (muhalefetle) oyuncak yerine koymayın. Allahın üzerinizdeki ni'metini ve size öğüd vermek için indirdiği kitâbı (Kur'ânı) ve (ondaki) hikmeti düşünün. Allahdan korkun ve bilin ki Allah her şey'i hakkıyle bilendir. (2:231)
Kadınları boşadınız da ıddetlerini bitirdiler mi, aralarında meşru' bir suretde anlaşdıkları takdirde, artık kendilerini kocalarına nikâh etmelerine engel olmayın, işte içinizden Allaha ve âhiret gününe îmân etmekde olan (lar) a bununla öğüd veriliyor. Bu sizin için daha fazıyletli ve daha temizdir. (Ondaki maslahatı) Allah bilir, siz bilmezsiniz. (2:232)
Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler. (Bu hüküm) emmeyi tamam yapdırmak isteyen (ler) içindir. Onların (annelerin) ma'ruf vech ile yiyeceği, giyeceği; çocuk kendisinin olan (babaya) âiddir. Kimse taakatınden ziyadesiyle mükellef tutulmaz. Ne bir anne çocuğu yüzünden, ne de bir çocuk kendisinin olan (bir baba) çocuğu sebebiyle zarara sokulmasın. Mirasçıya düşen (vazıyfe) de bunun gibidir. Eğer (ana ve baba) aralarında rızaa ve müşavere ile (bil'ittifak çocuğu iki sene dolmadan) memeden kesmeyi arzu ederlerse ikisinin üzerine de vebal yokdur. Çocuklarınızı (başkalarına) emzirtmek isterseniz meşru' suretde verdiğiniz (emzirme ücretin) i teslim etmek (ödemek) şartıyle yine uhdenize vebal yokdur. Allahdan korkun ve bilin ki şübhesiz Allah, ne yaparsanız hakkıyle görendir. (2:233)
İçinizden ölenlerin (geride) bırakdıkları zevceler kendi kendilerine dört ay on (gün) beklerler. İşte bu müddeti bitirdikleri zaman artık onların kendileri hakkında meşru' vech ile yapdıkları şeyden dolayı size günâh yokdur, Allah ne işlerseniz (hepsinden) hakkıyle haberdârdır. (2:234)
(Vefat ıddetini bekleyen) kadınları nikâhla isteyeceğinizi çıtlatmanızda, yahud böyle bir arzuyu gönüllerinizde saklamanızda üzerinize bir vebal yokdur, Allah bilmişdir ki siz onları mutlakaa hatırlayacaksınız. Ancak kendileriyle gizlice va'dleşmeyin. (Çıtlatma suretinde) meşru' bir söz söylemeniz ise başka. (Farz olan ıddet), sonunu buluncaya kadar da nikâh bağını bağlamıya azmetmeyin ve bilin ki Allah kalblerinizde olanı muhakkak biliyor. Artık ondan sakının ve yine bilin ki şübhesiz Allah çok yarlığayıcıdır, gerçek hilm saahibidir (cezada acele edici değildir). (2:235)
Kendileriyle temas etmediğiniz, yahud kendilerine bir mehir ta'yin eylemediğiniz kadınları boşamışsanız (bunda) üzerinize vebal yokdur. Onları — zengin olan (ınız) kudretince, darda bulunan (ınız) da haalince (olmak üzere) — ma'ruf bir fâide ile fâidelendiriniz. Bu, iyilik etmek şiaarında bulunanların üzerine bir borcdur. (2:236)
Eğer siz onları kendilerine temas etmeden önce boşar, (fakat daha evvelden) onlara bir mehir ta'yin etmiş bulunursanız, o halde ta'yîn etdiğiniz (o mehr) in yarısı onlarındır. Meğer ki kendileri vazgeçmiş olsunlar, yahud nikâh düğümü elinde bulunan kimse bağış yapmış olsun. (Ey erkekler) sizin bağışlamanız takvaâya daha yakındır. Aranızdaki üstünlüğü unutmayın. Şübhesiz Allah, ne yaparsanız hakkıyle görücüdür. (2:237)
Namazlara ve orta namaza (vakıflarında rükünleri ve şartları ile) devam edin. Allahın (dîvanına) tam huşu' ve taatle durun. (2:238)
Fakat (muhaarebe, su baskını ve benzerleri gibi bir tehlikeden) korkar (ak hakkın dîvânına tam huşu' ve taatle durmak imkânını bulamaz) sanız o halde (namazı) yürüyerek, yahud süvari olarak (Kıbleye veya her hangi bir semte karşı) kılın (bırakmayın). (Tehlikeden) emîn (ve salim) olduğunuz vakit ise yine Allahı, size bilmediğiniz şeyleri nasıl öğretdi ise, o vech ile, anın. (2:239)
Sizden zevceler (ini geride) bırakıb ölecek olanlar eşlerinin (kendi evlerinden) çıkarılmayarak yılına kadar fâidelenmesini (bakılmasını) vasıyyet (etsinler). Bunun üzerine onlar (kendiliklerinden) çıkarlarsa artık onların bizzat yapdıkları meşru' işlerden dolayı size mes'uliyyet yokdur. Allah (emr-ü nehyine muhaalefet ve ilâhî hududunu tecâvüz edenlerden intikam almakda) mutlak gaalibdir, (teşri'de ve hükümleri açıklamada da) yüce hikmet saahibidir. (2:240)
Boşanan kadınların da meşru' suretde fâidelenmeleri haklarıdır ki bu, Allahdan korkanlar için bir vazifedir. (2:241)
İşte Allah akıllarınız ersin diye size âyetlerini böyle açıklar. (2:242)
(Habîbim, sayıları) binlerce olduğu halde ölüm korkusiyle yurdlarından (bırakıb) çıkanları gör (müş gibi bil) medin mi? Allah onlara «Ölüm!» dedi, sonrada kendilerini diriltdi. Her halde Allah insanlara karşı fazl (-ü ınayet) saahibidir. Fakat insanların pek çoğu şükretmezler. (2:243)
Allah yolunda muhaarebe edin. Bilin ki şübhesiz Allah hakkıyle işidici, kemâliyle bilicidir. (2:244)
Kimdir o ki Allaha güzel bir ödünc versin de (Allah da) onu katkat, bir çok artırsın? Allah (kimini) daraltır, (kimini) genişletir. Siz (hepiniz) ancak ona döndürü (lüp götürü) leceksiniz. (2:245)
Mûsâdan sonra İsrail oğullarının ileri gelenlerine bakmadın mı? Hani onlar, peygamberlerine : «Bize bir hükümdar gönder (ta'yîn et) de Allah yolunda savaşalım» demişlerdi. O (da): «Ya üzerinize bir muhaarebe yazılıb (farz edilib) de savaşı tutmayıverirseniz?» demişdi. Onlar (şöyle) söylemişlerdi: «Allah yolunda neye savaşmayalım? Hem hakıykaten yurdlarımızdan çıkarıldık, hem evlâdlarımızdan (mahrum edildik)». Fakat vaktâ ki uhdelerine savaş yazıldı, içlerinden birazı müstesna olmak üzere, (muhaarebeden) yüz çevirdiler. Allah çok iyi bilicidir o zaalimleri. (2:246)
Onlara peygamberleri: «Hakıykat, Allah size bir pâdişâh olarak Taalût'u göndermişdir» dedi. Dediler ki: «Biz hükümdarlığa ondan daha lâyık iken ve ona maldan da bir bolluk verilmemişken nasıl olur da bizim başımızda padişahlık onun olabilir?» (Peygamber) dedi: «Şübhesiz Allah onu sizin üstünüze beğenib seçmişdir. Ona bilgice, vücudca (kuvvetçe) de bir üstünlük vermişdir. Allah mülkünü kime dilerse ona verir. Allah (in rahmeti, ilmi her şey'e yaygın ve lutf-ü keremi) boldur. Gerçek bilicidir. (2:247)
Peygamberleri onlara (şöyle de) söyledi: «Gerçek, onun hükümdarlığının açık alâmeti size o Tâbutun gelmesi olacakdır ki içinde Rabbinizden bir sekînet ve Mûsâ haanedâniyle Harun ailesinin metrûkâtından bir bakiyye vardır. Meleklere onu yüklen (ib getir) ecekdir. Elbette bunda size kafi bir alâmet (ve ibret) vardır, eğer îman etmiş (kimse) lerseniz. (2:248)
Vaktaki Taalut ordusiyle ayrılıb çıkdı, dedi ki: «Şübhesiz Allah sizi bir ırmakla imtihan edicidir, işte kim ondan (kana kana) içerse benden değil, kim onu tutmazsa artık o benden. Eliyle bir avuç alanlar başka (onlara müsâade var)». Derken (ırmağa varır varmaz), içlerinden birazı müstesna olmak üzere ondan (bol bol) içdiler. Nihayet o (Taalut) ve mahiyyetindeki mü'minler vaktaki onu (ırmağı) geçdiler, (beri yanda kalanlar) dediler ki: «Bugün bizim Câluta ve ordusuna karşı (duracak) takatimiz yokdur». (Âhiretde) muhakkak Allâha kavuşacaklarını bilenler (ve itaatle ırmağı geçenler) ise «Nice az bir cem'iyyet, daha çok bir cem'iyyete Allanın izniyle galebe etmişdir. Allah sabır (ve sebat) edenlerle beraberdir» dediler. (2:249)
Onlar (Taaluta itaat eden mü'minler), Câlut ile askerlerine karşı çıkdıkları zaman (niyaz edib) dediler ki: «Ey Rabbimiz, üzerimize (yağmur gibi) sabır yağdır. Ayaklarımıza sebat ver (er meydanından kaydırma). Bu kâfirler güruhuna karşı bize yardım et». (2:250)
Derken (düşmanla karşılaşır karşılaşmaz) Allahın izniyle onları (düşmanlarını) bozguna uğratdılar (Mü'minlerin arasında bulunan) Dâvud da Câlutu öldürdü. Allah da ona (Eşmuîlin ve Taalutun vefatından sonra, bir arada) saltanat ve hikmeti (peygamberliği) verdi ve daha dilemekde olduğundan da ba'zı şeyler öğretdi. Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile önleyib savmasaydı yer (yüzü) muhakkak fesada uğrardı. Fakat Allah, âlemlere karşı büyük fazi (-u inayet) saahibidir. (2:251)
Bunlar Allahın âyetleridir ki onları (Habîbim) sana Hak olarak okuyoruz. Sen şübhesiz, muhakkak gönderilen peygamberlerdensin. (2:252)
(Bu sûrede zikredilen) o peygamberler (yok mu?) biz onların kimine kiminden üstün meziyyetler verdik. Allah onlardan biri ile söyleşmiş, birini de birçok derecelerle yükseltmişdir. Meryem'in oğlu İsa'ya o beyyineleri (açık âyetleri, burhanları, mu'cizeleri) biz verdik ve onu Ruhul kuds (Cebrâîl) ile destekledik. Eğer Allah dileseydi onların arkasındaki (ümmet) ler, kendilerine o apaçık bürhanlar geldikten sonra, birbirini öldürmez (ler) di. Fakat ihtilâfa düşdüler. Binnetîce onlardan kimi îman etdi, kimi küfre sapdı. Eğer Allah dileseydi birbirini öldürmezlerdi. Şu var ki Allah ne dilerse yapar. (2:253)
Ey îman edenler, içinde ne bir alış veriş, ne bir dostluk, ne de bir şefaat (imkânı) bulunmayan bir gün gelmezden evvel size verdiğimiz rızıkdan (Hak yolunda) harcayın. Kâfirler zulmedenlerin ta kendileridir. (2:254)
Allah (o Allahdır ki) kendinden başka hiç bir Tanrı yokdur. (O, zatî, ezelî ve ebedî hayaat ile) diridir (baakıydir). Zâtiyle ve kemâliyle kaaimdir. (Yaratdıklarının heran tedbîr-ü hıfzında yegâne haakimdir, her şey onunla kaaimdir). Onu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi onun. Onun izni olmadıkça nezdinde şefaat edecek kim miş. O (yaratdıklarının) önlerindekini, arkalarındakini, (yapdıklarını, yapacaklarını, bildiklerini, bilmediklerini, açıkladıklarını, gizlediklerini, dünyalarını, âhiretlerini, hülâsa her şey'ini, her şey'ini) bilir. (Mahlûkatı) onun ilminden yalnız kendisinin dilediğinden başka hiç bir şey'i (kaabil değil) kavrayamazlar. Onun kürsüsü gökleri ve yeri (kucaklamışdır, o kadar) vâsi'dir. Bunların nigehbanlığı Ona ağır da gelmez. O, çok yüce, çok büyükdür. (2:255)
Dînde zorlama yokdur. Hakıykat, îman ile küfr apaçık meydana çıkmışdır. Artık kim şeytanı tanımayıp da Allaha îman ederse o, muhakkak ki kopması (mümkin) olmayan en sağlam kulpa yapışmışdır. Allah hakkıyle işidici, (her şey'i) kemâliyle bilicidir. (2:256)
Allah îman edenlerin yardımcısıdır. Onları karanlıklardan (kurtarıp) nura çıkarır. Küfredenlerin dostları ise şeytandır. O da kendilerini nurdan (ayırıb) karanlıklara çıkarır. Onlar cehennemin arkadaşlarıdır. Onlar orada, bir daha çıkmamak üzere, ebedî kalıcıdırlar. (2:257)
Allah kendisine mülk (-ü saltanat) verdiği için (şımararak) İbrâhîm ile, Rabbi hakkında, çekişeni görmedin mi? Hani İbrahim: «Benim Rabbim hem diriltir, hem öldürür» deyince o: «Ben de diriltir, öldürürüm» demişdi. İbrâhîm: «Allah güneşi doğudan getiriyor. Haydi sen de onu batıdan getir» deyince ise o kâfir şaşırıb (ve tutulub) kalmışdı. Allah zaalimler güruhunu muvaffak etmez. (2:258)
Yahud o kimse gibisini (görmedin mi) ki (binalarının) çatıları çökmüş, dıvarları üstüne yıkılmış (kimsecikleri de kalmamış bir kasabaya uğramış. (Kendi kendine) : «Allah burasını ölümden sonra acaba nasıl diriltecek?» demiş. Allah da onu yüz yıl ölü bırakmış, sonra diriltmiş (kendisine) : «Ne kadar eğlendin?» demiş o da: «Bir gün, yahud bir günden az» diye söylemişdi. Allah (ona) : «Hayır, yüz yıl (ölü) kaldın, işte yiyeceğine, içeceğine bak, henüz bozulmamışdır. Bir de merkebine bak. (Böyle yapmamız) seni insanlara ibret nişanesi kılmamız içindir. (Merkebin) kemikler (ine) de bak, onları nasıl birleşdirib yerli yerine koyuyoruz. Sonra da onlara et giydiriyoruz» dedi. O — (merkeb dirilib eski haaline geldiği ve her şey) kendisine apaçık belli olduğu zaman — (şöyle) söyledi: «(Artık şu müşahedemle de) biliyorum ki Allah şübhesiz her şey'e hakkıyle gücüyetendir». (2:259)
Hani İbrahim: «Ey Rabbim, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster» demiş, (Allah, «Buna) inanmadın mı yoksa» demiş, o da «İnandım. Fakat kalbimin (gözümle de görerek) yatışması için (istedim» diye) söylemişdi. (Allah) dedi ki «Dört kuş tut. Onları kendine alışdır, sonra (kesib, hamur yapıp) her parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır. Koşarak sana geleceklerdir». Bil ki şübhesiz Allah bir kaadir-i mutlakdır, tam bir hüküm ve hikmet saahibidir. (2:260)
Mallarını Allah yolunda harcayanların haali yedi başak bitiren, her başakda yüz «tane» bulunan bir tek tohumun haali gibidir Allah kime dilerse ona katkat verir. Allah, ihsanı bol olan, hakkıyle bilendir. (2:261)
Mallarını (Allah yolunda) harcayıb da sonra o harcadıklarının arkasından bir başa kakış ve bir eziyyet takıb katmayanlar (yok mu?) Onların Rableri yanında mükâfatları vardır. Onlara hiç bir korku yokdur, mahzun da olacak değillerdir onlar. (2:262)
İyi (güzel ve tatlı) bir söz ve bir ayıb örtme; ardından eziyyet gelen bir sadakadan hayırlıdır. Allah (kullarının sadakalarından) müstağnidir, halimdir (ukuubetde acele edici değildir). (2:263)
Ey îman edenler, sadakalarınızı — malını insanlara gösteriş için harcayan, Allaha ve âhiret gününe inanmayan bir kimse gibi — başa kakmak ve incitmek suretiyle heder etmeyin. Çünkü onun haali, üzerinde bir toprak bulunub da kendine şiddetli bir yağmur isaabet eden, bu suretle o, kendisini kaskatı bir taş haaline bırakmış olan kaypak bir kayanın haali gibidir. Onlar (dünyâda) işledikleri hiç bir şeyden (sevab kazanmıya) muktedir olmazlar. Allah, kâfirler güruhuna hidâyet vermez. (2:264)
Allahın rızasını istemek ve ruhlarında olan (îman) ı kökleşdirib takviye etmek için mallarını harcayanların hali de bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir bağçenin haline benzer ki ona bir yağmur isaabet etmiş de meyvelerini iki kat vermişdir, ona bol bir yağmur düşmese de (hiç olmazsa onda) bir çisinti (bulunur) Allah, ne yaparsanız (hepsini) hakkıyle görücüdür. (2:265)
Sizden her hangi biriniz arzu eder mi ki hurmalardan, üzümlerden onun bir bağçesi olsun, altından ırmaklar aksın, orada kendisinin her çeşit meyveleri bulunsun, (fakat) ona ihtiyarlık çöksün, âciz ve küçük çocukları da olsun, derken (onun ve yavrularının biricik geçim vasıtaları olan) ona (o bağçeye) içinde bir ateş bulunan bir bora isaabet etsin de o, yanıversin? İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildirir. Olur ki iyi düşünürsünüz. (2:266)
Ey îman edenler, (Hak yolunda) infaakı (harcamayı) kazandıklarınızın en güzellerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan yapın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olmadığınız pek âdi, bayağı şeyleri vermiye yellenmeyin. Bilin ki şübhesiz Allah her şeyden müstağnidir, asıl hamde lâyık olan Odur. (2:267)
Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği emreder. Allah ise (nafaka hususunda) size kendisinden bir yarlığama ve bir bolluk va'd ediyor. Allah (ihsanı) geniş olan, (her şey'i) hakkıyle bilendir. (2:268)
(Allah) hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmişdir. Salim akıl saahiblerinden başkası iyi düşünmez. (2:269)
Nafakadan ne harcadınız, yahud adakdan ne adadınızsa muhakkak Allah onu bilir. Zaalimlerin hiç bir yardımcıları yokdur. (2:270)
Eğer sadakaları aşikâre verirseniz o, ne güzel. Eğer onları gizler, onları (bu suretle) fakirlere verirseniz işte bu, sizin için daha hayırlıdır. (Allah o sebeble) günâhlarınızdan bir kısmını yarlığar. Allah ne yaparsanız ondan hakkıyle haberdârdır. (2:271)
(Habîbim) onları (İnsanları) hidâyete erdirmek senin üstüne borç değil. Ancak Allah hidâyeti kime dilerse ona verir (nasıyb eder). Infak edeceğiniz hayır (mal) kendi fâidenizedir. Zâten siz, (Ey mü'minler) Allahın rızaasını aramakdan başka bir suretle infak da etmezsiniz ya. (Allah yolunda) maldan harcedeceğiniz (in mükâfatı) size fazlasıyle ödenecekdir. Siz (bu hususda da) haksızlığa uğratılmayacaksınız. (2:272)
(Sadakalar) Allah yolunda kendilerini vakfetmiş fakirler içindir ki onlar yer yüzünde dolaşmıya muktedir olmazlar. (Hallerini) bilmeyen; iffet ve istiğnalarından dolayı onları zengin (kimse) ler sanır. Sen (Habîbim) o gibileri sımalarından tanırsın. Onlar insanlardan yüzsüzlük edib de (bir şey) istemezler. Siz (Hak yolunda) ne mal harcarsanız şübhesiz Allah onu hakkıyle bilicidir. (2:273)
Mallarını gece gündüz, gizli aşikâr (Hak yolunda) harcayanlar (yok mu?), İşte onların, Rableri katında mükâfatları vardır, Onlara hiç bir korku da yokdur, onlar mahzun da olacak değillerdir. (2:274)
Ribâ (faiz) yiyenler kendilerini şeytan çarpmış (birer mecnun) dan başka bir halde (kabirlerinden) kalkmazlar. Böyle olması da onların: «Alım satım da ancak ribâ gibidir» demelerindendir. Halbuki Allah, alış verişi halâl, ribâyı (faizi) haram kılmışdır. (Bundan böyle) kim Rabbinden kendisine bir öğüt gelib de (faizden) vaz geçerse geçmişi ona, ve işi (hakkındaki hüküm) de Allaha âiddir. Kim de tekrar (faize) dönerse onlar o ateşin yaranıdırlar ki orada onlar (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar. (2:275)
Allah rıbânın bereketini tamaamen giderir, sadaka (sı verilen mal) lan ise artırır, Allah (haramı halâl tanımakda ısrar eden) çok kâfir, çok günahkâr hiç bir kimseyi sevmez. (2:276)
Îman eden, iyi iyi amel (ve hareket) lerde bulunan, namazı (nı) dosdoğru kılan, bir de zekâtı (nı) veren kimseler (in, evet), onların Rableri indinde mükâfatları vardır. Onlara hiç bir korku yokdur, onlar mahzun da olacak değillerdir. (2:277)
Ey îman edenler, (gerçek) mü'minler iseniz Allahdan korkun, faizden (henüz alınmamış olub da) kalanı bırakın (almayın). (2:278)
İşte (böyle) yapmazsanız Allaha ve Peygamberine karşı harb (e girmiş olduğunuzu) bilin. Eğer (tefeciliğe, mürâbehacılığa) tevbe ederseniz mallarınızın başları (sermâyeleriniz) yine sizindir. (Bu suretle) ne haksızlık yapmış, ne de haksızlığa uğratılmış olmazsınız. (2:279)
Eğer (borçlu) darlık içinde bulunuyorsa ona geniş bir zamana kadar mühlet (verin). Sadaka oiarak bağışlamanız ise sizi niçin daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz. (2:280)
Öyle bir günden sakının ki (hepiniz) o gün Allaha döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı tastamam verilecek, onlara haksızlık edilmeyecekdir. (2:281)
Ey îman edenler, ta'yîn edilmiş bir vakta kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir yazıcı da doğrulukla (onu) yazsın. Kâtib, Allahın kendisine öğretdiği gibi yazmakdan çekinmesin, yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın (borcunu ıkraar etsin). Rabbi olan Allahdan korksun, ondan (borcundan) hiç bir şey'i eksik bırakmasın. Eğer üstünde hak bulunan (bordu) bir beyinsiz veya bir zaîf olur, yahud da bizzat yazdırmıya (ve ıkraara) gücü yetmezse velîsi dosdoğru yazdırsın (ıkraar etsin). Erkeklerinizden iki de şâhid yapın. Eğer iki erkek bulunmazsa o halde raazî (ve doğruluğuna emîn) olacağınız şâhidlerden bir erkekle iki kadın (yeter. Bu suretle) kadınlardan biri unutursa öbürünün hatırlatması (kolay olur). Şâhidler (şehâdetî edâye) çağırıldıkları vakit kaçınmasın. Az olsun, çok olsun, onu va'desiyle beraber yazmakdan üşenmeyin. Bu, Allah yanında adalete daha uygun, şâhidlik için daha sağlam, şübheye düşmemenize de daha yakındır. Meğer ki aranızda (elden ele) devredeceğiniz ve peşin yaptığınız bir ticâret olsun. O zaman bunu yazmamanızda size bir vebal yokdur. Alışveriş erdiğiniz vakit da şâhid tutun. Yazana da, şâhidlik edene de asla zarar verilmesin. (Bunu) yaparsanız o, kendinize (dokunacak) bir fısk (ve isyan olur). Allahdan korkun. Allah size öğretiyor. Allah her şey'i hakkıyle bilendir. (2:282)
Eğer bir sefer üzerinde iseniz, bir yazıcı da bulamadınızsa o vakit (borçludan) alınmış rehinler (de yeter). Eğer birbirinize emîn olmuşsanız kendisine inanılan adam (borclu) Rabbi olan Allahdan korksun da emânetini tastamam ödesin. Şâhidliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse hakıykat şudur ki onun kalbi bir günahkârdır. Allah ne yaparsanız hakkıyle bilendir. (2:283)
Göklerde ne var, yerde ne varsa (hepsi) Allahındır. Eğer siz içinizdekini açıklar, yahud, gizlerseniz Allah onunla sizi hesaba çeker. Sonra kimi dilerse onu yarlığar, kimi dilerse onu da azâblandırır. Allah her şey'e hakkıyle kaadirdir. (2:284)
O peygamber de kentlisine Rabbinden indirilene îman etdi, müminler de. (Onlardan) her biri Allaha, onun meleklerine, Kitablarına, peygamberlerine inandı. «Onun (Allanın) peygamberlerinden hiç birini diğerlerinin arasından ayırmayız (hepsine inanırız), dinledik (kabul etdik; emrine) itaat etdik. Ey Rabbimiz, mağfiretini (isteriz). Son varış (ımız) ancak Sanadır» dediler. (2:285)
Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. (Herkesin) kazandığı (hayır) kendi fâidesine, yapdığı (Şer) kendi zararınadır. «Ey Rabbimiz, unutduk, yahud yanıldıysak bizi tutub sorguya çekme. Ey Rabbimiz, bizden evvelki (ümmet) lere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz, taakat getiremeyeceğimizi bize taşıtma. Bizden (saadır olan günahları) sil, bağışla, bizi yarlığa, bizi esirge. Sen mevlâmızsın bizim. Artık kâfirler güruhuna karşı da bize yardım et». (2:286)


Kuran Mealleri Veritabanı ve Site Dosyalarını indirmek için TIKLAYINIZ.
[Sitemiz kurulum ve geliştirme aşamasındadır. Hatalar, eksikler bulunmaktadır! Lütfen dikkatli olunuz.]

{sure_meali.php}